- Date: 25 Ocak 2012
- Categories: Kitaplar

“Muhtaç olduğumuz kudret, kültürel kavrayıştır.”
“Türk olmak, ilk modernlerde sonra insancıl- evrenselci bir genişlikten şiirimizin modern sonrası müktesebatına girebilsin istiyorum. Böylece postmodernizmin zihinlerimiz ve ruhumuzdaki cüruflarının temizlenmesini de hızlandırabiliriz.”
GÖRÜŞME: OSMAN ÇUTSAY
2011’de Ceyhun Atuf Kansu ve Behçet Necatigil ödüllerini alan, bir süre önce de 2012 Behçet Aysan Şiir Ödülü’ne layık görüldüğü açıklanan şair Ferruh Tunç, yeni kitabı “Tunç Ayna” ile şiir yolculuğunun yeni bir aşamasına geldiğini ilan ediyor. Önemli bir bölümünü “Türk olmak” sorunsalı da oluşturan kitabında tarih vurgulu ilginç bir yolculuğu işleyen Ferruh Tunç, sorularımızı yanıtladı.
– Önceki kitaplarınız, özellikle de “Melez Zamanlar” ile son çalışmanız “Tunç Ayna” arasında nasıl bir fark var sizce?
FERRUH TUNÇ – İlk kitabım “Şehrin Eski Yolcusu”nda da olduğunu düşündüğüm iki kanaldan sürdürdüm aynı yöndeki şiir yolculuğumu. Birinde “şimdi”, diğerinde “geçmiş” üzerinden, fakat her durumda bu zamanın ruhuna özgün bir şekilde bakmaya, onu ele geçirmeye çalışarak… İlkini “Melez Zamanlar”, ikincisini de “Tunç Ayna” temsil ediyor diyebilirim bu çabamın. Ahmet Telli, Tunç Ayna için arka kapak yazısında “otantiği aramak” şeklinde vurguluyor bunu. Bundan ibaret kılmadığımız halde, elbette doğru bu saptama… Bir yolun başında özgünlük, geride kalmış değilse bile, geriden gelerek bulunabilecek bir yerde görünebilir insana. Özgünü ararken yönünüz geriye dönebiliyor böylece… Ama çıktığınız yolculuk boyunca otantik/özgün dediğiniz şeyin sahiden var olup olmadığına, varsa onun geride olup olmadığına, gerideyse oraya gidip gidemeyeceğinize, gidebilirseniz onu bulup bulamayacağınıza ilişkin yargılarınız da sarsılıyor. Bulabildiğiniz sayılı şey yanında, bulamadığınız halde tamamladığınız, tamamlayamadığınız halde var saydığınız şeylerin bireşiminden oluşturduğunuz yeni bir gerçeğin yapıcısı olarak buluyorsunuz kendinizi sonunda. Bu, tehlikeli bir yol… Zamanınızı değersiz “kitsch”ler üretmekle heba etmiş olmanız hiç de ihtimal dışı değil. Dekoratif görüntüler, anlamsız yankılar, eski görünümlü yeni yamalar da edinmiş olabilirsiniz pekâlâ… Ama bu “eskiye yolculuk” ya da “eskiden yolculuk” yine de çıkılmaya değer… Çünkü, böylece şiir denen şeyi, zaman içinde bir yolculukta kendinizi doğruladıkça doğurduğunuzu anlıyor, zamanı ve şiiri genişleten yeni nirengiler bulabiliyor, geçmişi ya da geçmişe bakışınızı değiştirebiliyor, değiştiremiyorsanız bile zenginleştirebiliyorsunuz. Sanırım Melez Zamanlar gibi Tunç Ayna’da da kendi şiir dünyamda kalarak, ama onu tekrar etmeden, zamanımın şiirine dair sorumluluk üstlenebildim.
– Seyrek yayımlayan bir şairdiniz, son yıllarda hızlandığınız görülüyor.
“Sözcükler” dergisinde sürekli yazıyorsunuz, bu arada Melez Zamanlar ile Tunç Ayna art arda geldi adeta… Hızlandınız mı gerçekten?
FERRUH TUNÇ – Yazma eyleminin sorumluluk boyutunu zamanla daha iyi anlıyor insan. Kendim için olduğu kadar başkaları için de yazıyorum bir süredir. Ya da kendim için yazma ile başkaları için yazma arasındaki ayrım çizgim giderek ortadan kalkıyor. Buna indirgeyemem ama, yazmayı sorumluluk almak olarak da algılamaya başladığımdan beri daha çok yazıyor, daha çok yayınlıyorum. Hele şu günlerde, şiir yazan ve okuyanlarla (bunun hakkını henüz yeterince veremiyor olsam da) etkileşim içinde olmayı daha çok önemsiyorum.
– Neden?
FERRUH TUNÇ – Çünkü aynı zaman diliminde yazanların birbirine kulak vermesinin, kanı çekilmiş gibi görünen bu zamanı ve onun şiirini canlandıracağı, onu işleteceği, ilerleteceği umudundayım. Aynı şiiri yazmadan etkileşim içinde olmanın, bireysel olarak şiirlerimize de önemli katkıları olacak düşüncesindeyim. Böylece şiir, şimdiki bu birbirini önemsemediği halde tekrarlayan jestler, şairanelikler kafesinden daha kolay çıkabilir umudundayım. Şiirin gideceği tek bir yol elbette yoktur. Şiirin, şair sayısı kadar seçeneği vardır doğallıkla. Ama kötü olmayı göze almaktansa, yüzeysel ve benzer olmayı yeğ tutan hâkim bir karakteri de var son dönemlerdeki geçer şiirimizin. Bu bir süre hoş görülebilir bir konvansiyondu; okur da öyle yaptı sanırım. Ama gereğinden çok uzayan uylaşımlar kötü koku yayar şiirde, onu akıtmalı, onu serinletmeli, bu durumu değiştirmeliyiz. Bunu ise, etkileşim olmadan yapamayız. Umarım, kendi çoban ateşlerini yakmış olan şairler tarafından kibirli bulunmaz söylediklerim.
– Şiire ilginin iyice azaldığı söylenebilir. Peki, böyle etkileşimlerle bu ilgisizliği kırmak mümkün olabilir mi?
FERRUH TUNÇ – Elbette… Şiirin eskiye göre toplumda yeterince karşılık bulmayışında zamanın ruhunun elbette etkisi var; ama bunda bizzat şiirin zamanın ruhuna verdiği cevabın yetersizliğinin de etkisi var düşüncesindeyim. Sözünü ettiğim etkileşimle, -az önceki benzetmeyi sürdürürsem- kendi çoban ateşini yakmış olanların ışığı daha çok göz ve gönül okşayacak, okur-şiir etkileşimi zenginleşecek, bu zenginlik kendini daha verimli ve özgün olarak yeniden üretebilecektir. Kendisi olabilmiş bu dönem şairlerin bir adım öne çıkmasına yardımcı olmak gerekli. Eski ustaların olağanüstü güzellikteki şiir dünyalarında yer alan mitosların etrafında sürdüremeyiz hâlâ şiirimizi. Bugünün imgelemini sarma güçleri olan yenilerini bulmalı, yeni masallar anlatmalıyız kendimize. Anımsamak, sürdürmek, çoğaltmak kadar, ruh dünyalarımızı, algı kapılarımızı dönüştürmek, yani kendisini yeniden kurmak misyonu da var şiirin. Ve bu artık çok açıktır ki, salt estetik bir mesele değil… Bir duruş meselesi… Bu yönde aramak, sorumluluk almak, eldeki şiiri feda edebilecek deneylere girebilmek çok önemli…
– Tunç Ayna, bütün bir kitaba “ses” vermek için yazılmışlar gibi görünen iki şiirle açılıyor… Sonra “İzimin Üstüne” var… Burada bir çeşit “ricat” şiirleri mi görüyoruz?
FERRUH TUNÇ – Evet, sözünü ettiğiniz bölümdeki şiirler muhayyel bir geri dönüşün -Nostos’un- terkisindeki lirik-arkaiklerdir. Ya da bu, bir süre önce bu kitap üzerine yazdığı yazısında Ahmet Yıldız’ın dediği gibi bir “sondaj” olarak da nitelenebilir. Sondaj da dikine bir yolculuktur nihayet, merkeze, ilke doğru… Yolculuk çok zengin bir şiirsel kategoridir. Şiirde bir yerden ötekine varmaktan ibaret değildir; çok çağrışımlı, sonu olmayan bir serüvendir yolculuk… Ayrılsak da bir süre yola çıktığımız yerin diliyle konuşuruz örneğin… Geldiğimiz yerde geçmişi özler, döndüğümüz yerde pişman oluruz… Göçtüğümüz yurt, bizi hızla kendine bağlamış, bukağılamış, çoktan oralı yapmış olsa da, biz yolculuğu yineleyerek doğuşumuzu yenilemek isteriz… Gitmek ve dönmek insan ruhunun en esaslı “gel-git”lerindendir ki, şiirle beslenirken şiiri de besler. Bir yerlere varamasak da ruhumuzun hep yollarda oluşu bundandır. Bakmışız, önceleri uzaklaştığımız bir yere yaklaşıyoruzdur. Belki hicret, ondan bekleneni vermiş ve gereksiz hale gelmiş, belki de düş kırıklığı sunmuştur geri yollamıştır geleni… Ama şunu belirtmeliyim: Bu bölümdeki şiirler, gurbetin ya da sürgünün kederini çoğaltan bilindik “amane”ler yerine, yolculuğa dayanma gücü aşılayan “zamane” deyişleri olamaya çalışmışlardır. Bu bakımdan, paradoksal bir ifadeyle biraz da anti-liriktirler; anti-şiir değilseler eğer… Asıl olan, dönmek ya da gitmek iradesidir. Yani eylemin kendisidir. Şiir buna eşlik eder. Yolculuğun şiirini, yolculuk halinin duygusunu köpürtmekten özel olarak kaçınılmıştır. Bu dönme ya da gitme eylemi, dönmek ya da gitme özlemine dönüşüp hareketsiz kalmasın, yolcuyu oyalamasın diye böyle yapılmıştır. Bu yüzden, Tunç Ayna’daki diğer bölümlerde olduğu gibi bu bölümde yer alan şiirler aynı zamanda bir “arta kalan” azlığındadır.
– Sonra “Fresk”… Savaş var, ama barışa yaslanan şiirler…
FERRUH TUNÇ – “Savaşları hep yanlış yankılamış ataların, sayılı ama saygılı betiklerle tekzibi” denilebilir mi bu şiirlere, bilemem… Eskinin tarih yazıcılar tarafından siyasi, ideolojik bir kahramanlık yorumu haline dönüştürülmesine, şiirin buna alet edilmesine dair itirazımı düştüğüm bir bölüm. “Arkakik” bir dilin “heroik” olmaması da mümkündür diyerek, geçmişi sahiplendiğim, kendim(iz)e mal etmeye çalıştığım yargısına varabilir miyim bu pek az şiirden yola çıkılarak? Kesin bir cevap vermem zor. Ancak, Ahmet Telli’nin arka kapak yazısı olumlu bir cevap verebilmemi cesaretlendiriyor.
– “Kayıtlar” ve “Kırıklar” uzak durduğunuz gözlenen “lirik-itirafçı” şiire en yakın olduğunuz şiirler mi?
FERRUH TUNÇ – Tehlikeli sonuçlar doğuracak kararları alabilen, yenildiği halde ayağa kalkabilen, bir şeyleri sürüncemede bırakmayan, eski kahramanlık ölçütlerine kulak asmasa da o zamanların olumlu ruhunu bugünün değerleri içinde yaşatmaya çalışan birinin, uzun yolculuğundan arta kalan -ne yazık ki yine pek az- “Kayıtlar”ı toparlayabildim bu bölümde. İtiraftan çok kurgusal kayıtlar ve zabıtlar bunlar. Ben, özel haller dışında, çok da sevdiğim “lirik-itirafçı” şiirin uzağında dururum. O tür şiiri çok güzel yazabilen, yazmakta olan çağdaşlarım, arkadaşlarım var, üstelik birbirine benzemeden…
Etnikçiliğin Türkiye tahribatı
– Kitabın ikinci ana bölümü “Türkan”da otantik olana dönüş duygusunu Türklük meselesi üzerinden tartışmaya açıyorsunuz aslında. Böyle tehlikeli bir tema üzerinden hangi noktalara varabiliyoruz?
FERRUH TUNÇ – Aslında kitap bir bütün olarak ve geniş bir bakışla Türklerle ilgili. Ama, kitabın ikinci ana bölümü “Türkan” daha bir yakından Türk kültürel kimliği ekseninde geziniyor. Kitap bütününe hakim olduğunu sandığım aynı eksik, parçalı ve kristal olmayan aynadan yansıyan görüntülerle onu mesele ediniyor. Türk’ün kim ve ne olduğu sorunuza gelince … “Bay düz yazı”nın vereceği cevaplarla tatmin olacağımı bekleseydim bu kitabı yazmazdım aslında. Ben, düz yazının diline kolay çevrilemeyen yanını ele geçirmeye çalışıyorum onun. Bu yüzden sorunun cevabını kitapta, şiirlerde aramayı salık veririm. Ama şöyle değinip geçecek, şiire doğru dönmeye yardımcı olmaya yelteneceksek; eskiden var olduğu halde kaybolan, eskiden olmadığı halde şimdi bulunan; ne eskiden ne şimdi var olan fakat biz böyle duyduğumuz için o olan; erdemli, iradeci, onurlu, gülünç, kahraman bir halk bu Türkler; tıpkı öteki halklar gibi! O biziz. Onu ne yapıyorsak, ona ne yapıyorsak herkese de onu yapıyoruzdur.
– Yani metafizik bir üstünlük veya “asil kan” vs. ile ilgili değil…
FERRUH TUNÇ – Hayır, damarlardaki kanla bir ilgisi yok bunun. Coğrafyayla kurulan ilişkiyle, sürdürüle gelen tutarlılıklarla, içine düşülen çıkmazlarla, arınan ve kirlenen yanlarla ilgili; tarihle, kültürle, kozmolojiyle, ontolojiyle ilgili bir şey… Yeni ve mikro milliyetçilik modalarıyla ilgisi olmadığı gibi onu dışlayan da bir şey. Oluştururken, sürdürürken, keşfederken, vazgeçemezken ya da vazgeçerken de hep böyle… Ben onu keşif, adlandırma, anlamlandırma yakasındayım. Anlamını çoğaltma, boyutlandırma, zenginleştirme yakasındayım. Onu yaşar kılma yakasındayım. Bir hatıraya dönüştürmeme yakasındayım.
– Bir yeni değer veya değerler manzumesi arıyorsunuz. Bu arada Türklük kategorisini, kavramını, gerçeğini vs. bir yeni ve ileri/ilerici zamana dahil etmeye çalışıyorsunuz. Yola çıkışınızı böyle görebilir miyiz?
FERRUH TUNÇ – Her şey, kendimize, halkımıza eski ırkçılardan, yeni ve mikro milliyetçilerden tamamıyla farklı, başkalarına saygılı, üstünlük taslamayan, kibirden uzak, fakat o olduğumuz sorumluluğundan da kaçmayan yüksek bir insani değer atfetmemizle başlıyor. Evet bunu kendimize atfetmeliyiz ki, onu gerçek yapalım. Türklük, uygarın barbarına, mazlumun zalimine, azınlığın hâkimine, tembelin mazeretine indirgenemeyecek kadar değerli bir şey. Bugünlerde, bilinçli ya da bilinçsiz, Türk’ün bu türden bir üstüne yürüyüş var. Neredeyse bir “Kontra-Türkçülük”ten söz etmek mümkün. Açıkçası, bu kitapta ben “Pro-Türkçü”yüm. Türk olmak, ilk modernlerden sonra, insancı- evrenselci bir genişlikten şiirimizin modern sonrası müktesebatına girebilsin istiyorum. Böylece, postmodernizmin zihinlerimiz ve ruhumuzdaki curuflarının temizlenmesini de hızlandırabiliriz. Cemaat ilgilerinin, etnik-kısmi dikkatlerin ağzına devri dolmuş düzenler ve onun muktedirlerince bir parmak bal sürülüp maniple edildiği bu zamanda Türk olmak, kendini yeni ve daha güzel bir dünyaya dair, erdemli bütün halklarla birlikte sorumlu hissetmektir. Muhtaç olduğumuz kudret, yeni, güzel ve üst düzeyde bir kültürel kavrayıştır. Ben bunun için, bu kitapla bir girişimde bulunuyorum. İster amaçlı olsun, isterse olmasın, şair başka şeyler yanında ülkesinin ruhsal hayatının gelişmesine, zenginleşmesine de katkıda bulunur. Bir yandan ülkesi diğer yandan ülkesine dair düş gücü evrensel olanla ne kadar ilişkilendirilmiş ise, bu katkı “ulusal” olmakla kalmaz. Asıl yerine varır, insanlık kültürüne karışır; Yunus gibi, Mevlâna gibi, Yahya Kemal gibi, Nâzım Hikmet gibi… Yapmaya çalıştığım -acizane- bu benim. Tarih, elbette belirli devlet formlarını, siyasal rejimleri, egemenlik dönemlerini yıkabilir, sona erdirebilir, dönüştürebilir… Ama dönüşerek süren bir miras, bir kültür hep vardır. Ulus bir kültür bireşimidir. Bileşenlerine doğru, aşağıya ve geriye doğru parçalanması, dağılması değil, yeni bireşimlere doğru, yukarıya doğru dönüşmesi gerekiyor. Bunlar belki bir şiir kitabı için çok, uzun ve karmaşık sözler. Ama inanın, bir şair için çok az. Hele bugünlerde… Osman Çutsay (Sorular: Osman Çutsay)
KONUŞMA
Ferruh Tunç
TUNÇ AYNA ÜSTÜNE
“Nutuk çekmek şiirsel değildir. Gösterişli düşünceler ortaya atmak edebi değildir. Kuramlaştırmak, çoğunlukla kendini yüceltmektir… Gene de zaman zaman kendimizi bu tür bildiriler verirken buluruz.” Diyor Joyce Carol, Bir Yazarın İnancı adlı kitabında (Kavis Bumerang, 2010). Dile getireceklerimi bu alıntının yardımıyla değerlendirmenizi dilerim. İkinci kitabım Melez Zamanlar’da, doksanlı ve iki binli yıllarda yaşadıklarımızı, içinde “karşı-şiir”in de olduğu deneysel bir dil kullanarak kavramaya, yorumlamaya, anlamlandırmaya çalıştım. Bu kitabım, 2011 Ceyhun Atuf Kansu ve Behçet Necatigil ödülleriyle karşılandı. Ardından yayımlanan Tunç Ayna adlı kitabımda ise; aynı zaman dilimini, bu defa oldukça geriden, “eskil”/”otantik” olandan yola çıkarak anlamlandırmayı denedim. Böylece, yeni zamanın yorumlanışına geçmişin –dil dâhil olmak üzere- çeşitli boyutlarıyla nasıl katılabileceği sorusu üstünden, bugünün estetik çevrenini genişletmeyi denedim. 2012 yılı Behçet Aysan Ödülü gerekçesinde bu çabamın karşılığını bulmaktan mutlu oldum. *** Tunç Ayna ile; ilerici-yenilikçi geleneğin, çoğunlukla gerici-tutucu karşıtlarına bırakarak kendini yoksullaştırdığını düşündüğüm geçmişi, bugünün çağdaş – ilerici kültürel çevrimine, böylelikle toplumcu şiir geleneğimizin müktesebatına katmayı denedim. Bu yolculuğum sırasında yenilikçi-tutucu ikiliğinin ayrım çizgilerinin sanıldığı kadar geçişsiz olmadığı bilgimi doğruladığımı dile getirmeliyim. Böylece, bunu güç ya da verimsiz bulanlar olsa da, duyarlığı daha çok geçmişte kalanlara, orada kalmamaları, bizimle ileriye yürüyebilmeleri için mütevazı bir el verme gayreti içinde oldum. Geriye doğru çıkılan bir yolculuğun, ileriye yönelebileceğini vurgulayarak; toplumsal hafızanın ziyaret edildiği her yerde- ki bu insan olmanın doğal gereğidir- bir çeşit siyasal gericilik maneviyatının yeniden üretilmesine olan muhalefetimi göstermeyi denedim. Tutuculuğun, bugünkü kazanımlarımıza olduğu kadar, gelecekle ilgili tasarımlarımıza geride kalmış, çoğunlukla da ölmüş kültürel deneyimlerin hatırasını savunmak adı altında saldırmasına itiraz ettim. Siyasal veya estetik olarak bu günü geriye çekmek (irtica), geleceği engellemek (karşı devrim) şeklinde kendini dışa vurabilen negatif muhafazakârlığa, geçmişi bu günle ilişkilendirerek, onu bu güne çekerek, olumlu bir muhafazakârlık olarak adlandırılmasından çekinmeyeceğim bir çağdaşlık ve ilericilikle cevap vermek istedim. Bu kitapla; bireysel ve toplumsal deneyimlerimizin bir kısmını geride bırakıp, zaman içinde mutlaka ilerlediğimize güvenerek, geride kalana hak etmediği şekilde uzak-soğuk davranmamıza dikkatli bir şekilde itiraz etmeye çalışıyorum. Sanırım böylece, bu güne tarihin aşırı ağırlığı ile bakmak ve tarihi bugünün geçiciliği ile yorumlamak noktalarındaki toplumsal kutuplaşmamızdan olan şikâyetimi de dile getirebilmiş oluyorum. Dün-bugün duyarlıklarının hangi ucuna yakın olursak olalım, bunlar arasında daha etkileşimli, daha geniş, içinde olduğu zamanı daha iyi kavramış bir “biz” oluşturma ihtiyacına olan inancımı tazelemeye çalıştım. “Biz” duygusunun kapsama alanı daraldıkça güçlenmesine şairane de olsa itiraz edip, onun gücünü ve yoğunluğunu kapsama alanının genişliğinden de alması gerektiğine işaret etmeye çalıştım. *** Bu yüzden Tunç Ayna için; parçalanmış “biz”den, birleşmiş, çoğalmış, zenginleşmiş bir “biz”e varma çabamın bir ifadesi olarak da söz edebilirim sanırım. Geçmiş, çoğunlukla olduğu gibi onun üzerinden yalnız kavga edeceğimiz değil, birleşebileceğimiz bir ortak mirasımızdır. Bu geçmişin yorumunu, salt tarih bilimine ve türevlerine veya siyasete bıraktığımızda bu niteliğinin gölgelendiğini, hatta gerçekte olduğunun tam tersine dönüştüğünü gözlemleyebiliyoruz. Bana göre geçmişe sanatsal, estetik bakış bu mahzurları giderebilir; tıpkı bu günümüzü oduğu gibi geçmişimizi de reklamın, propagandanın ve vaazın işlevselleştirmesinden, uydulaştırmasından, parçalanmasından kurtarabilir. Umarım, Melez Zamanlar gibi, Tunç Ayna’da da kendi şiir dünyamda kalarak, ama onu tekrar etmeden, zamanımın şiirine ilişkin sorumluluk üstlenebilmişimdir. Kuşkusuz, bu dileğin gerçekleşip gerçekleşmediği konusundaki yargı kuşkusuz ‘değerli okur’a ait olacaktır.
II
Tunç Ayna kitabı, iki şiirle, -kitap bütününe “ses” vermek için yazılmışlar gibi- başlar. Dikkatli okurun bu iki şiirin esinini Gılgamış Destanı’ndan aldığını fark etmesi zor değildir. Ardından gelen “İzimin Üstüne” bölümünde, düşsel bir geri dönüşün -Nostos’un- lirik-arkaikleri yer alır. Burada bir dönüş yolculuğundan söz edilir edilmesine; ama şiirler, bu yolculuğun kederini köpürten “amane”ler olmaktan çok, yolcuya dayanma gücü aşılayan “zamane”ler olmaya çalışır. Bu bakımdan bu bölümdeki şiirlerin, lirik ve anti-lirik özellikleri birlikte taşıdıkları söylenebilir. Asıl olan, dönmek ya da gitmek iradesidir. Yani eylemin kendisidir. Şiir buna eşlik eder. Lirizme gereğinden fazla yaslanarak, yolculuk duygusunun istismar edilmesinden özel olarak kaçınılmıştır. Sanki böylece şiirimizin eylemsiz bir “mutlak duyguya”, esastan kopmuş bir “dekor”a, varlık nedenini unutmuş “ritüel”lere, dahası öğrenilmiş “jest”lere dönüşerek kendini yavaş yavaş söndürdüğü yönündeki kişisel “vehmime” de uygun davranmış, bunlara karşı durmuş olurum. Tarihin, yazıcılar tarafından siyasi, ideolojik bir kahramanlık yorumu haline dönüştürülmesine, şiirin de buna araç edilmesine olan itirazımı dile getirdiğim bir bölüm denilebilir kitabın “Fresk” adlı üçüncü bölümü için. Şair Ahmet Telli’nin kitabın arka kapağında yer alan tanıtım/değerlendirme yazısındaki ifade ile; “Arkakik” bir dilin “heroik” olmaması mümkündür diyerek, geçmişi sahiplendiğim, onu bugüne ve kendim(iz)e mal etmeye çalıştığımı söyleyebilir miyim bu pek az şiirden yola çıkılarak? En azından bunu denediğimi söyleyebilirim. Kitabın “Kayıtlar” ve “Kırıklar” adlı bölümlerinde, öznesinin şiiri yazan olması zorunlu olmayan kayıtlar ve zabıtlar var. Şiirimizin lirik-itirafçı alışkanlığından biraz farklı olarak şairin başka kişilerin ağzından mı yoksa kendi ağzından mı konuştuğu sorusunu anlamsız bulan bir şekilde (her ikisinin de mümkün olduğu bir belirsizlikle, geçişlilikle) konuştuğu şiirler denilebilir bunlar. Yine de diyebilirim ki; tematik olarak lirik-itirafçı şiir geleneğimize yakın olan kısmıdır kitabın. Aşk, sevgi, ayrılık, adanış vb. gibi geleneksel temalarda gezinirler bu bölümdeki şiirler. *** Kitabın ikinci ana bölümü olan Türkan’da, “İzimin Üstüne” bölümü ile ilgili olarak sözünü ettiğim eskiye dönüş duygusu, bu defa, Türk olmaya yöneliyor; bu temanın imkânları ile çeşitleniyor diyebilirim. Kitap bütününe hâkim olan aynı eksik, parçalı ve kristal olmayan aynadan yansıyan görüntülerle “Türk”ü, kendime “mesele” ediniyorum. Doğallıkla bunu, düz yazı ile dile getirilen bilinç biçimlerinin beklediği bir bütünlükle yapmıyorum; sezgi gücünün kendini ancak böyle gösterebildiğini düşündüğüm, görece bir disiplinsizlik, yapı eksikliği, buğululuk içinde yapmaya çalışıyorum. Kitabın adının Tunç Ayna olmasının bununla ilgisi var. Denilebilir ki; mikro milliyetçilikler, cemaat ilgileri ve küresel hafiflikler çağında tuhaf bir şekilde hâlâ güçlü ve ayakta olması, neredeyse geçmişinin bağışlanamaz günahlarla dolu olmasına bağlanan “Türk”ün bu imgesinden çok farklı olduğunu sezdirmeye çalışıyorum. Bu sırada, hamaset denen şeyin uzağında duruyorum. Çünkü hamaset, sözünü ettiğimiz, cahilce değilse düşmanca tezi desteklemekten başka işe yaramıyor. Yurtsever ve evrensel bir dünya görüşünden sapmamak gereğini kuvvetle hissediyor, bu hissedişi başkalarıyla paylaşıyorum.
III
Bir şiir; “insani” olanı, yazıldığı güne kadar az bilinen açılardan teyit ediyor, “güzel”i o güne kadar kadar az bakılmış açılardan gösteriyor, “beğeni”yi henüz varılmamış katlara çekiyor, yollara yönlendiriyorsa “yeni” ve “değerli”dir. Bu tür şiire çok sık rastlamayız. Yeni olmasa dahi, geleneği yaratıcı bir çizgide sürdüren, onu zenginleştirerek çoğaltan “değerli” şiirler vardır. Bu şiir türüne yaşadığımız dönemde neredeyse kesintisiz rastlayabiliriz; ama büyük bir yaygınlıkla değil… Bir de geleneğin eskidiği ya da zamanın ruhunun yenilendiği zamanlarda hâlâ eskisi gibi (kendi zamanında yeni veya değerli olan ) yazılan manzumeler, şairane metinler vardır ki, bunlar yeni olmadıkları gibi değerli de değildir; yani şiir değildir. Bunlara her yerde her zaman çoklukla rastlarız. *** Şiir hayatımızın çoğalarak, zenginleşerek sürdürülmesine, özünün en iyi bir şekilde dışa vurabilmesine hizmet eder. Bunu yaparken, şiir elbette evrensel bir adalet, özgürlük ve eşitlik düzeninin de özendiricisi olur; ama onun işi, öncelikle içimizdeki bireysel düzenin ya da düzensizliğin kurulmasına, gerekliyse durulmasına bir bakıma “kendiliğinden” hizmet etmektir. Kendiliğindenlik, burada doğallık anlamındadır; programsızlık durumuna işaret eder, sonucun öngörülmeksizin ortaya çıktığına değinir. Şairin söylediği şey her durumda; reklamcının, propagandistin, vaizin söyle(ye)mediği şeydir. Böylece o ideolojik, teolojik, ekonomik-düzenci, ya da “politically correct” dilin dışından konuşur; siyasetçiye, ahlakçıya, vaize -yerine göre bunlara saygı duysa bile- işine bulaşma hakkı tanımaz: Kitabımın ilk sayfasında alıntıladığım Genceli Nizami’nin dediği de budur; “Kalb dedi ki, bir hazineyim; fakat Karun’un kesesinde değilim”.
