- Date: 2 Ocak 2010
- Categories: Kitaplar

“Şiir Aklın Terkiplerine Daima Meydan Okur”
SEMİH GÜMÜŞ
Notos 29, Ağustos-Eylül 2011
“Melez Zamanlar”daki şiirler, benim önceki dönemindekilerden daha çok ilgimi çekiyor. Bence ilk kitaptan sonra, özellikle son yıllarda şiirin büyük bir dönüşüm yaşadı ve önemli bir noktaya çıktı. Sen kendindeki değişimi nasıl görüyorsun.
Yolun başında bir “restorasyon” çabası içinde oldum. Şiirimizin güncel kaynakları kadar, eskil kaynaklarını da ziyaret ettim. Bu yüzden, ikinci kitabımdaki şiire göre “geriden” geldiğimi söyleyebilirim. Ama orada kalmayacağım benim için açıktı. İlk kitabımın adını koyarken de bunu sezdirmek istedim. Kadim tema yolculuk ve modern mekân şehir sözcükleri kitap adında bir araya gelmişti. İlk kitabım “Şehrin Eski Yolcusu” baskın özelliğiyle lirik-arkaik bir şiirler toplamıdır; ama özellikle “New York Magazin” adlı bölümünde yer alan şiirler, yeni kitabım “Melez Zamanlar”a kapı açar niteliktedir. Nitekim, “Melez Zamanlar”, “ New York Magazin’e Ek” le başlar. Şiirimdeki dönüşümü, onun beklenmedik bir yere evrilmesi değil, temeli atılmış bir yapının yükselmesi olarak görürüm. Kendi ücrasına kadar çekilmiş bir başlangıçtan aldığı güçle açılmış, serpilmiştir diyebilirim. Açılma ve serpilme; mekânlara, duyarlıklara, imgelere, biçim ve tekniklere, zamanın şiirinin temas ettiği ya da etmesi gerektiği pek çok alana yayılma gayretindedir. Bu yolculukta, anonimleşmiş salt imgeciliğin şairaneliğine düşmemek asıldır. Aksine, “anti-şiir” bile yazmalı, yeni hayatın yabansı lirizminin inşasında sorumluluk üstlenilmelidir.
Romanda zaman kavramıyla ilişkinin yazınsal-düşünsel boyutlarını irdelemek önemlidir, şiirde nedir senin zaman kavramıyla ilişkin?
Hava, biyolojik varlığımız için neyse; zaman da, düşünsel-estetik varlığımız, varoluşumuz için odur. Onun kronolojik, coğrafi ve kültürel bileşenlerinden oluşan farklı terkipleri içine doğar, yaşar ve ölürüz. Zamanın görece dingin olduğu, hızla aktığı; söz gelimi, kuruluş, kurtuluş ya da fetret gibi sıfatlarla anıldığı dönemleri vardır. Değişim zamanlarında, düşünsel ve estetik bakış açılarımız da değişir, çeşitlenir, zenginleşir. Bu dönemlerde, büyük sanat akımları da doğabilir. Buna karşın, görece uzun, türdeş ve kararlı dönemlerde verili anlayışlar kendi doruklarını yeniden yoklarlar. Bu iki nirenginin dışında; basmakalıplaşmayı, donuklaşmayı, anonimleşmeyi, ya da sanatın hoyratlıkla hiçe sayıldığı dönemleri, süreçleri de yaşıyor olabiliriz. Kararlı olmaktan yorulduğumuz, tekrar edile gelen formların ve anlayışların bize bıkkınlık verdiği bu melez zamanlarda, sanatçı sorumluluk üstlenmelidir düşüncesindeyim, yüzünü geleceğe dönmelidir. Sezgileriyle; gidenin ne ve neden gitmekte olduğunu, gelenin ne ve neden gelmekte olduğunu kavrayabilmeli, algısına karşılık gelen anlayış ve biçemiyle bunları bizimle sanat formunda paylaşabilmelidir. Zaman, içinden çıkamadığımız şeydir. Kıyısına, köşesine sığınsak bile onun esiri/eseriyizdir. Onun bir parçasını mülkiyetime geçirme anlamsız gayreti yerine içinde yaşadığım zamana bağrımı açmak onu tenimde duymak isterim. Zaman varsa ben de varım. Söyleyeceklerim var.
Şiirini ne yerel olarak nitelebiliriz, ne de evrensel olma kaygıları içinde. Şiirlerinin dili ve anlatım biçimi nereden geliyor, kaynakları nelerdir?
Yerel ve evrenselin son kertede çelişmediği bir yerde olduğumu düşünüyorum. Yapay bir sözcük kullanmama izin verirsen biraz da espriyle, “yerensel”im diyebilirim. Salt yerel olana sığınarak, onu savunarak değil; dışına çıkıp tehlikeyi göze alarak, ötekine karışarak, aşarak; kendi/yerli şiirimi yazmayı deniyorum. Söz gelimi, folklorik olanla modern olanın, mazlum olanla muktedir olanın, kırsal olanla kentsel olanın görünürdeki, yüzeydeki karşıtlığında aramıyorum şiiri. Onların her birine dönüşerek, onlardan sonra ve onlarla birlikte bende kalanı; ama işte o tereddütsüz yeni ve kendim olma halini/ yerliliği yazmayı deniyorum. Şiirimin kaynaklarıysa oldukça çeşitlidir. Dedem Korkut görkeminden Tracy Emin yerleştirmelerinin sefaletine atlayabilirim. Gence’li Nizami’den IKEA’nın mevsim kataloğuna da zıplayabilirim yerine göre. Ama şiirimin ana itici gücü, sanırım, bana tahminlerin ötesinde evrensel bir ufuk açan, zamanımın, yani ülkemin ve halkımın oğlu olduğumun idrakine varmış olmamdır. Yirmi birinci yüzyılın başlarında bu coğrafyada, bu halktan biri olmak; susup otursam, yazmasam da gam yemeyeceğim olağanüstü bir olanak, benzersiz bir şiirselliktir.
Bazen düpedüz siyasal denecek şiirler yazıyorsun, elbette siyasetin diliyle yazmadan. Oralarda şiirin hep hayata, bazen de tarihe bir im koymak için yazılmış gibi de duruyor…
Dolayısıyla senin şiirlerinin günlük hayatla içli dışlılığı da var. Vazgeçemediğin bir tutum bu. Bir şairlik tutumu ve bir entelektüel olarak şairin okura görünme biçimi…
O zaman nedir bu yaşadığımız hayat? Kendini bu kötücül hayatın bir parçası olarak nasıl tanımlıyorsun?
Şair, siyasi olandan kaçmak veya siyasi olanı yazmak gibi özel bir çaba içinde olmadan şiirini yazar; nihayetinde, yazdığı şiir siyasi olabileceği gibi, olmayabilir de. Ama günümüz şiirinin önemli sorunlarından birinin siyasal olandan özel olarak kaçınmak olduğunu gözlemliyorum. Seksenlerin başından beri giderek koyulaşan bu tutumda, seksen öncesi siyasi söylemin, edebi söylem üzerindeki baskısına karşı geliştirilen haklı bir tepkinin rolü vardır diyebiliriz. Buna, 12 Eylül ortamının siyasi dili cezalandıran baskıcı karakterini de kolaylıkla ekleyebiliriz. Ama daha çok, görece kapalı; şiirde imgeye, dizeye, jestlere önemli bir rol veren ikinci yeni şiirinin, onu taktirde gecikmiş olan geride kalanları hızla dönüştürmesi, deyim uygunsa asimile etmesiyle ortaya çıkan ve bir şey söylemeye yardımcı olmaktan başka her şeye hizmet edebilen yaygın jenerik bir şiir anlayışının bu durumun müsebbibi olduğu kanısındayım.
Evet, siyasi şiir olsun diye yazılmamışlardır ama “Melez Zamanlar”da bildik siyasal konu başlıklarına temas eden bir hayli şiir vardır. Siyasal söylem içinde olmamaya özel bir özen gösterdiğim halde bu böyle olmuştur. Siyasi şiir yazmaktan çok, şiir yazdığımı ve bu şiirin siyasi olanla yeri geldiğinde güçlü bir şekilde etkileşim içinde olabileceğinden çekinmediğimi ifade edebilirim. Söylediğim en sıradan, en yalın, en düz söz bile, şiirimin organik bir parçasıdır; siyasi olsun diye yazılmamıştır.
Şiir sözlüğünün seçkin olması gereğinin ardında koşarak; yaşamın kaba, kalın, karmaşık ya da sıradan ayrıntılarında duran şiire körleşmek son on yıllarda gözlemlediğimiz bir başka olgudur. O zaman şiir yazmak, eskide kalan bu yorgun kutsallığın dışına çıkmak, hatta onu itelemek anlamına gelebilir. Öyleyse, yeni, yaşayan şiirin cevherini bulduğumuz gündelik yaşamın sunduklarını, aynıyla olmasa da şiire taşıyabilmeliyiz. Günlük hayata sızmamış bir şiir, yaşama rehberlik etmeyen dualar gibidir. Biz, sanatsal sezgimizi gündelik eylemimize katar, onu kullanır ve örneğin reel siyasetin göremediği ayrıntıları hayallerimizle doldururuz; tıpkı, bir resmin bütün unsurlarını tanıyıp ortaya çıkaramadan önce, onu büyük ölçüde zihnimizde kurduğumuz gibi. Çünkü, bir hayal, yalnızca düşünceden daha hızlı değil, aynı zamanda daha kesin ve daha ikna edicidir. Önemli olan, hayallerle düşünmeyi kavramlarla düşünmenin karşısına koymak –ya da tersi- değil, bu ikisini, daha yüksek bir düzeyde eşleştirmek, birleştirmektir.
Elbette kentli bir şairsin. İçselleştirdiğin sorunlar bunu gösteriyor, ama şiirinin biçimi de kentlilikten geliyor. Bir akıl şiiri yazıyorsun. Modern, kısacası…
Yaşadıklarının ya da hissettiklerinin öyküsü de giriyor şiire…
İçinde bulunduğu şiir ortamını ya da kuşağını nasıl görüyorsun? Şiirimiz dün neredeydi, bugün nerede?
Sevgili Semih, “modern” eskide kaldı, “postmodern”i de pek sevmiyoruz; ama saptamanı anladığımı düşünüyorum: Yazdığım şiir; geleneksel, duyumcu, salt-lirik bir şiir değil. Yazımında da okunmasında da, düşünsel bir donanımı, bakış açısını gereksiniyor. Kategorik olmaktan çok bireysel, ebedi olmaktan çok bir zamana ait ve dize, imge, anlam, şair kimliği gibi kategorilerle ilişkisi bakımından modern olduğunu kabul ediyorum. Bununla beraber, saydıklarım ve diğerleri üstünden modernliğin bugün yazılan şiir bakımından bir düzeyi temsil etse de yeterli olmayacağını düşünüyorum. Modernin post moderne dönüştüğü şimdiki haliyle, özgün ve hala estetik çizgide kalabilen bir yaratım ilişkisi içinde olmayı denememiz gerektiğini düşünüyorum. Kitabım, bu son cümle perspektifinde okunduğunda daha çok çağrışım etkileşim vaat ediyor kanısındayım. Sığamadığım post modern “kısmi dikkat”i dağıtma çabama, nirengilerime daha sıkı tutunma ihtiyacımı artıran “mutlak görecelilik” iktidarına galebe çalmama, daha büyük benzerliklere ve birlikteliklere hasretimi kabartan “cemaatler rehavetine” iğne batırmama bu açıdan yaklaşılabilir sanıyorum.
Buradan içinde bulunduğumuz şiir ortamına geçersek; şiir ortamımızın haylidir modern olanın paradigmalarına takılı kaldığı kanısındayım. Onun modern sonrasına akamadığı izlenimindeyim. “Jenerik şiir” dediğim bu. Salt imgeye yaslanan, poetik paradigmaları itibariyle modern zamanda kalmış bu geçer şiir, özellikle imgenin kendine yeterli anlamı ve artık yorulmuş formları yüzünden yeni algı kapılarını açamıyor düşüncesindeyim.
Kendimi, şiir dilimizi parçalayan (parçalamayı burada kötü anlamda kullanmıyorum) 60 kuşağı şiiri ile bizzat hayatımızı parçalayan (parçalamayı burada olumsuz kullanıyorum) 80 darbesinin devamında bir dil/hayat bireşimi kurma çabasında olan 80 kuşağı şairlerinden sayıyorum. Evet bu biraz sınırlayıcı bir tanım. Aynı kuşak içinde varlığından gönendiğim şairler olduğu kadar, yazdıklarını az önce andığım çizgide bulduklarım da var. Kuşağım şairlerini yazdıkları ve yazacaklarıyla önemsediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Türk şiirinde ikinci yeni sonrasına geçişin bizimle, bizden sonrakilerle olacağına hala inanıyorum.
Kimileri, eski kuşaklardaki büyük ustaların, büyük şairlerin gittiğini, o denli güçlü şairlerin gelmediğini avunuyor. Sen nasıl görüyorsun?
Evet, büyük ustalar gittiler. Onlardan once de büyük ustalar vardı. Onlar da gittiler. İkisinin arasında benzer söz edenler hep oldu. Yine bir zaman aralığındayız. Hem yaşadığında fark edilmeyen, ardından övgüler düzülen şairler az mıdır edebiyat tarihimizde? Türk şiiri, teknik yeterliği, bilgi birikimi, verimi vb. birçok bakımdan bakımından zengin; ama çeşitliği ve zamanının şiiri olmak bakımından fakir bir dönemde bulunuyor görünüyor bana. Bunun da bir paradigma değişimi sürecinin başında olmamızla, henüz geçemediğimiz bir geçit başında olmamızla bir ilgisi var gibi. Ama şunu daha kuvvetle söyleyeyim; Türk şiiri, dünya şiiri için büyük umuttur. Çünkü Türkiye büyük bir umuttur. Bunu sonar uzun uzun konuşuruz.
Roman, öykü, deneme ve eleştiri… Onlarla da ilgileniyor musun?
Roman için üzülüyorum. Geldiği yerin çok gerisindeki bir düzeyden arsızca yeniden keşfedildi, bir zanaatçılar güruhu tarafından. Öykü, şiire benzer konumda sanki ama biraz daha deneysel, farklı olabilmeyi başarabiliyor görünüyor. Deneme, ne yazık ki doyurucu bir düzeyde seyretmiyor. Aydınlarımız futbol yorumcusu, köşe yazarı (çoğunlukla her ikisi!) olmayı seçtikçe, umarım arınıyoruzdur, fakirleşmek yerine. Eleştiriye gelince; denemeye dair söylediklerimi tekrarlamak aşırıya kaçmak olur. Umudumuz onlarda diyesim var hep. Var olana eşlik etmek yerine, bakış açılarını kırmalarını, duruşları tersyüz etmelerini beklemekteyim. Varsın bana, bize haksızlık etmiş olsunlar.
Ferruh Tunç nasıl bir şiir yazmak istiyor, bu açıklamayla tamamlayalım mı?
Söyleşi boyunca yeri geldikçe anlatmaya çalıştım. Bilgisel rehberliği yine de güdüsel gibi olan yaratı sürecimin önüne geçirmek istemem. Şiirim, nasıl bir şey olduğunu yazdıkça-okundukça gösterir, kendi diliyle anlatır derim. Düz söz çoğunluk yanılır; ama yazılmış bir şiir aklın terkiplerine daima meydan okur, onu genellikle yalanlar. Düz yazı karalamadır, şiir beyaza çekilen.
Ferruh Tunç: Önemli olan şairin aidiyetinin niteliği
Çağlayan Çevik, Hüriyet Gösteri, 304, Nisan-Mayıs-Haziran 2011
Ferruh Tunç ‘Melez Zamanlar’ şiir kitabı ile yıl başından bu yanaiki şiir ödülüne değer bulundu: Ceyhun Atuf Kansu ve Behçet Necatigil Şiir Ödülleri. Ferruh Tuç ile şiir dünyasını, ödüllere değer bulunan ‘Melez Zamanlar’daki şiirleri ve ödülleri konuştuk.
KALIPLAŞMIŞ, RESMİLEŞMİŞ BİR ŞİİRE MAHKUM GİBİYİZ.
Behet Necatigil Şiir Ödülü’nün gerekçesinde yer alan kavramlardan birisi şiirinizdeki ‘ironi’. Bunu şiirlerinizin biçeminde de kendini gösteren gayrı resmi bir tutum diye açıklayabilir miyiz?
Evet; kitaptaki şiirlerde amaçlı bir gayrı resmilik olduğu doğrudur. Ağırlıklı olarak “ikinci yeni”den devralınmış, bence artık katılaşmış, kalıplaşmış, deyim uygunsa, resmileşmiş bir şiire mahkûm gibiyiz; özünü yitirmiş bir ikinci yeni şiiri bu… Bu “gayrı resmi resmiyet”le bir sıkıntım vardı; onu sarsmayı, değilse rahatsız etmeyi seçtim.
‘Melez Zamanlar’ adlı kitabınızda birkaç yapıyı barındıran şirleriniz var. Şiirlerin sonunda italikle ‘reklam’ ifadeleri, aralarda yer aan parantez içi kullanımlar, diyaloglar, tekrarlar… Birkaç sayfalık şirilerden tek satırlık, dört hecelik şirlere geçiyoruz. Deneysel diyebileceğimiz bir çaba mı bu?
Şairin “draje” edilerek okura sunulmasına alışığız. Burada “Draje” edilen, okumaya alışık olduğumuzdur. Bu kitapla alışık olduğumuzun dışından geldiğimi düşünüyorum. Bence, okuyan da yazan da şiirdeki denge halini doğrulayan dengesizliği, kayganlığa kanıt olan sürtünmeyi, keşif izlenimi veren yitişi bir arada hissedebilmelidir. Okurun elindeki kurşun kalemiyle şiire müdahale etmesinde bile sakınca yoktur bence; yeter ki, okunan şiir böyle içten bir etkileşimi tetiklenmiş olsun. Genel kabul görmüş beğeni kurallarına göre “geçer not” alacağına söylemek istedikleri uğruna sınıfta kalmayı göze alabilmelidir şair. Bu bize denemeyi öğütler.
Kitabınızın ilk bölümünde neredeyse ‘toplumcu’ diyebileceğimiz bir yaklaşımınız var.
Şairin en duyarlı olması gereken konulardan biri; işlevsel, diplomatik, törensel vb. anlatım formlarının, şiirin kendine özgü dilini ele geçirmesine engel olmaktır. Edebiyat içtenlik ve kişisellik ekseninde dilsel (duyumsal ve düşünsel), özgün, estetik bir form yaratıma eylemidir çünkü.
Buradaki kişisellik; sınıfsal, oymaksal, dinsel vb. aidiyetlerin doğrudan yadsınması anlamına gelmez; ama bu aidiyetlerle bağ nasıl kurulursa kurulsun, yaratım eyleminde ve eserde kendini gösteren özgünlük, başkalık ve bağımsızlık, eserin kişisel olup olmadığının ölçüsü haline gelir. Sanılanın aksine, şairin başkalığı ve bağımsızlığı şu veya bu ideolojiye olan uzaklığında veya yakınlığında değil, onunla olan ilişkisinin karmaşık, saçaklı niteliğindedir.
Sözü edilen ilişki sanatsal “yaratı”yı “ürün” leştirecek (farklı kimselerce üretilseler de nitelikleri, işlevleri bir tolerans sınırı içinde aynı olan) kertede midir; yoksa özgün ve başka bir “yaratı” olanağı sağlayacak bir etkileşim mi sunmaktadır? Sanatçı olabilmiş “devrimciler” de ”muhafazakarlar” da ikincilerin en iyi örneğidir: Şairin de herhangi bir insan gibi aidiyetleri olması, bunlarla bağlı olması, diğerlerine benzemesi kaçınılmazdır; sorgulanması gereken bu bağlılık ilişkisinin niteliğidir.
Çünkü; kendimizi estetik olarak ifade edebildiğimiz her yerde, estetik dışında kalan bilinç biçimleriyle de (diyebiliriz ki aidiyetlerle) ilişkili oluruz ister istemez. Onlara olan uzaklığımızın ölçüsü ya da ölçüsüzlüğü de bir bağdır, bulunduğumuz, baktığımız yerden.
Edebiyatın aidiyetlerle olan ilişkisine göre kıymetlendirilmesi onun bütüncül kavranışı bakımından yeterince kapsayıcı değildir.
Söz gelimi “toplumcu edebiyat” nitelemesi, nitelenen edebiyatın kimyasındaki bir orana işaret eder; bir estetik okula ait olma haline değil.
Günümüzde, kimi toplumsal meselelere veya eşitsizliklere değinen şiirlere pek rastlanmıyor. Siz bunu yaparken alaycı bir tavırla eleştirilerinizi yöneltiyorsunuz.
80 öncesinde, nasıl ilişkinin niteliğinden ziyade ilişkinin nereyle olduğu üzerinde duruluyor, buna karşın ilişkinin niteliğine inilmiyor idiyse, bu günlerde de benzer bir yüzeysellikle yaklaşılıyor aidiyet meselesine: Aidiyetiniz olmamalıdır! Bir aidiyetiniz varsa, anonim/jargon edebiyatı yapacağınıza muhakkak gözü ile bakılıyor. Bu, amaçlı bir ürkütme çabası, yeterince öz sorgulaması yapılmamış bir kabul ya da saplantı değilse, siyasal tutumsuzluk adı altındaki -pekala !-hınzırca bir siyasi, ahlaki tutum önerisidir aslında. Gözleminizde haklısınız. Ben de benzer izlenimlere sahibim. Git gide daha çok bildiğini, daha ince duyduğunu, için, daha üstün hissettiğini, dha saf/som yazdığını sanan bir şiir var gibi. Kulak asmıyor adeta ‘Muhalif-cahilin’ ‘kaba’ sözlerine! Toplumsal meselelere henüz yetkin değilken değinilirmiş gibi sanki… Ben biraz kaba, biraz cahil olmayı da deniyorum bu yüzden bu kitapta, bütün bildiklerimle ve bütün nezaketimle…
Bu açıdan bakacak olursak şiiriniz İkinci Yeni’den izler taşıdığı kadar, başka kaynaklara da dayanıyor. Şiirinizi nerede konumlandırırsınız?
İkinci yeniyi, Modern Türk şiirinin en önemli kurucu şiir akımlarından biri olarak, kendi tarihi ve mekânı içinde “baş tacı” ediyorum. Kendini kurabilmiş ve tam da bu yüzden kendini aşabilmiş bir şiir akımıdır. Beslendiğim; fakat ardıllarınca fetişleştirilmesinden hoşlanmadığım, bir akımdır.
Biliyorsunuz, ikinci yeni, biraz gecikerek de olsa, şiir okurundan yaygın bir ilgi görmekte. Bu süreç, ayrıca üzerinde ayrıntılı olarak durmaya değerdir. İkinci yeninin; önceleri 40 ve 60 toplumcuları ve hatta 70 kuşağı şiiri/şairleri tarafından görmezden gelmiş, küçümsenmiştir. Ardından değeri zamana anlaşılmış, özellikle 80 darbesinin ardından, neredeyse mutlak bir saygınlık kazanmıştır. Öyle ki; giderek, var olan ya da olmaya çalışan bütün şiir anlayışlarını kelimenin tam anlamıyla dönüştürmüştür. Ben bu dönüştürme halinin her yönüyle sağlıklı kanısında değilim. Bir açıdan bakınca, seksenli yıllardan başlayarak şiirimiz birden İkinci Yeni’ye iltica etmiş gibidir. Ben ikinci yeniyi; ilk modernler, 40 Kuşağı, Birinci Yeni, 60 Toplumcuları, Nazım Hikmet gibi nirengilerimden biri olarak görüyorum; onu hiç ihmal etmeden, ama onu abartarak değerini azaltmadan ve sulandırmadan…
Bugün akımlar yerine yaş dilimleri söz konusu. Kendinizi hangi kuşağa ait sayıyorsunuz?
Ben yaş itibariyle, 80 kuşağı olarak anılan kuşaktanım. Ama bu sözün gelişi aidiyetin şiir tutumumun anlaşılmasında sağlayacağı olanaklar sınırlıdır. Bu sınırlılık, hem benim ona ait olup olmadığıma, hem de 80 kuşağı denilen şeyin ne anlama geldiğine dair belirsizlikle ilgilidir. 1958 doğumluyum ve seksen kuşağı şairleri akranım. Ama söz gelimi, “80 kuşağı” nitelemesinin 80’lerin hemen öncesinde başlayıp, 90’ların başarına gelindiğinde kendini/şiirini belirli ölçülerde ortaya koyabilmiş şairleri temsil ettiği varsayılırsa, sanırım bu tanımın dışında kalırım. Çünkü benim şiirde ısrar edip, şiir yayınlamaya başlamam 80’li yıların sonu, 90’lı yılların başlarıdır. İlk kitabım ‘Şehrin Eski Yolcusu’ akranlarıma kıyasla oldukça geç bir tarihte, 1995’te yayımlandı. Yine de seçim bana bağlıysa ihtiyatla “80 kuşağındanım” demeyi seçerim. Şiir yazma itkimi; şiir dilimizi parçalayan (parçalamayı burada kötü anlamda kullanmıyorum) 60 kuşağı şiiri ile hayatımızı parçalayan (parçalamayı burada olumsuz kullanıyorum) 80 darbesinin devamında bir dil/hayat bireşimi kurma çabasına bağlayabilirim. Bu da beni sanırım poetik olarak daha çok ’80 Kuşağı’ içine sokar.
El aldığınız şairler kimler?
Öncelikle, 60 ve 40 toplumcularının, derken Nazım Hikmet’in ve nihayet İkinci Yeni’nin tedrisinden geçmiş biri olduğumu söyleyebilirim şiirmi kurarken. Yahya Kemal, Dranas, Külebi, Kansu, Dağlarca, Necatigil, Yücel gibi sayıları az olmayan kişilikleri de; tek, tek şiirimi kurma sürecimde özümsediğimi sanıyorum. Elbette, Buradaki ‘tedristen geçme’ ve ‘özümseme’nin -Harold Bloom’a bir göndermeyle- aslında kendi şiirime yol açan bir ‘yanlış okumalar’ zinciri olduğunu da belirtmeliyim. Lermantov, Yesenin, Yavtuşenko gibi Rus şairleri; Elitis, Seferis, Kavafis Ritsos gibi Yunan şairleri, Eluard, Aragon gibi Fransız şairleri de farklı çağlarımda elimden tutmuşlardır. Octavia Paz’ı mesela çok sevdim.
Edebiyat dünyamızda pek rastlanmayan bir şekilde ‘Melez Zamanlar’ art arda iki ödüle değer bulundu. Her iki ödül, edebiyatımızın önemli isimlerinin adlarını taşıyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Her iki ödül de değerli şair, yazar, eleştirmen ve düşün insanlarından oluşan seçici kurullara sahip olmuşlar hep. İlgili yılların verimi ile sınırlı olsa da o yılın en iyi kitapları arasından, adına ödül verecekleri ustanın kitapları ile bir bağ kurabilecekleri kitapları seçme gayreti içinde oldukları anlaşılıyor. Bundan daha az değerli olmayan bir yan da bu değerli şairlerin ailelerinin örnek değer bilinirliliği… Bildiğim kadar, her iki ödül de sınırlı olanaklarıyla şairlerin aileleri tarafından yaşatılmaktadır. ‘Melez Zamanlar’ adlı kitabımla bu iki değerli şairin adını taşıyan ödüllere değer görülmekle onurlandım. Sevindiğimi açıkça belirtmeliyim. Ardından, daha çok, şiirlerimi ve beni sevenlerin sevincinden etkilendim. Ödüllerimi onlarla paylaştığımı güçlü bir şekilde hissediyorum. Alışamadığım, alışmak zorunda kalacağım yan ise, artık şiirlerimin, şairliğimin artık daha çok insan tarafından biliniyor olması.

