Ferruh Tunç
Orhan Veli, şiirimizin modernleşmesi-çağdaşlaşması macerasında biraz gecikme, biraz özenme ve biraz da çoğaltma ile şiirimize o sırada hâkim olmuş bulunan sembolist boğuntuya ve primitif duygululuğa baş kaldırırken bir kalkış noktası olarak kullanır şairanelik kavramını[i].
Elbette yenilikçi, dönüştürücü evrelerini tüketip kendi kendilerini taklit etmeye yöneldikleri bir aşamada söz konusudur bu boğuntu, Orhan Veli ve arkadaşlarından önceki şairlerin.
Kısaca; ağdalı, hazır kalıp, yaşama eşlik etmeyen, dizeci ve eprimiş-yıpranmış bir duygusallık, yani duyguculuk anlamındadır şairanelik. Ben, zamanla ona en yakın karşılıklardan birinin ‘şiir benzeri’ olabileceğini düşünür oldum. Ondan, duygucu-sembolist görünümlü bir ‘kitsch’ türü olarak da söz ettiğim oldu zaman zaman…
Bu bağlamdaki şairanelik; Orhan Veli ve arkadaşlarının onu hedef tahtasına koyduğu zaman, mekân ve koşullarla sınırlı bir kavram değil elbette. Onların öncesinde var olduğu gibi sonrasında da farklı niceliklerle varlığını sürdüren şiirsel bir durumun karşılığı. Şiir eleştirisinde bize bakış açısı sağlayan kalıcı ve önemli bir kavram. Söz gelimi, değerli bir şairi incelerken, bir tarihten sonra onun kendi şiirini tekrar ve taklit ederek şairaneleştiğini fark edebiliriz. Ne kadar gerçek, etkili bir şairden veya şiir akımından söz edersek edelim, bunlar ne denli değerli ve dönüştürücü olursa olsun, hemen her şair veya şiirin gelişme çizgisi, bir tepe noktasına ulaştıktan sonra düşüşe geçmeye eğilimlidir. Hünerli, değerli şairler, düşüşte biraz geri çekilmeyi bilir ya da durumu fark ederek, düşüş açılarını oldukça dar tutmayı başarırlar. Böylece, eski düzeylerinin ortalamasının altına düşmeden şiirlerini genişletmiş bile görünebilirler. Ama bunu yapamayıp, kendi şiirini şairaneleştirenlere de çokça rastlanır.
*
Şiirimizin modernleşme ve çağdaşlaşma serüvenine, ellili yıllarda, batı modernist akımıyla yakından ilişkiye girerek tamamlayıcı bir imza atan İkinci Yeni şairleri genel olarak hem kişisel kaliteleri hem yaşadıkları toplumsal koşulların sonucu olarak, kendilerinin taklidine düşmekten büyük ölçüde kurtulmuşlardır. Çoğunun yaşamlarının kısa olması da bu durumda bir etken olmuştur. Ama asıl neden, bu dönüştürücü şiir akımının 1960-1980 aralığında şiirimizdeki bir başka mecra (Romantik-Toplumcu Gerçekçilik) ile karışarak kaynaşması ve kendisini yenileyebilmesi, aşabilmesidir düşüncesindeyim.
Türkiye’ye hâkim olan toplumsal duyarlığın, İkinci Yeni ve ondan farklı bir kanaldan ilerleyen romantik Toplumcu-Gerçekçi şiiri birbirine katarak, harmanlaması ve devamı için sentezlemesi, şiir tarihimizde tekrarı henüz mümkün olmamış bir doruğu temsil etmektedir.
Böylece, bir yandan neoklasik-sembolist-modernist hat, öte yandan romantik-memleketçi-toplumcu-gerçekçi hat birbirine karışarak hem bir sıçrama yapmış hem de şiirimizin Batı şiiriyle hizalanma sürecindeki son boşluğu büyük ölçüde doldurmuştur. Ben, sözünü ettiğim bu doruğu, şiirimizin modernleşmesinin-çağdaşlaşmasının tamamlanması olarak görüyorum. Bana göre, bu buluşma ya da bireşimden sonra artık, tarihsel-modernite ile çağdaş şiirimiz arasında kapatılacak bir mesafeden ve tutturulacak bir düzey eksikliğinden söz edemeyiz. O, bundan sonra, çağdaş dünya şiiriyle etkileşim içinde kendisi olarak ilerleyebilecektir.
*
O halde 80’li yıllar sonrasında, hele iki binli yıllarda hâlâ şiirimizin modernleşmekte olduğundan ya da modernist şiirle etkileşimini tamamlama sürecinde olduğundan söz etmek doğru değildir. Bunu söyleyenler, ikinci yeniyi ve onun şiirimizin tarihsel-modern Batı şiirindeki modernist akımla gerçekleştirdiği etkileşimi zamanında es geçmiş olmalılar. Bu türden savlar ne kadar kendinden emin görünürse görünsün (bu da 80 sonrası şairinin ilginç bir özelliğidir), sözcüsü oldukları güncel şiir, İkinci Yeni’yi zamanında görmezden gelen kaba Toplumcu Gerçekçi şiirden ne denli farklı olursa olsun, İkinci Yeni’yi bir geç fark ediş ve tekrar edişle maluldür. Bu itibarla da gerilek (regresif), şairane ve hatta anokranik özellikler gösterir.
Şiirimizin 60-80 arasında gerçekleşen tarihsel sentezlenmesine gözünü yummadığı gibi kaba toplumsal gerçekçi sayılması da mümkün olmayan bir kesim şair bunun büyük ölçüde farkına varmış ve 80 sonrası şiirlerini bu sentezlenmenin tekrarında değil devamında kurma çabasında olmuşlardır. Bu şairlerin, yeri gelmişken söylenmesi gereken bir başka özelliği de artık akımlar devrinin şiirimizde sona ermiş olduğunun, bunun yerine deyim uygunsa ‘kişilik şairleri devri’nin başlamış olduğunun farkında olmalarıdır. Gerek akım gerekse kişilik düzeyinde, geçmişin referanslarıyla bir kopuş yerine kendine özgü dönüştürücü bir devamlılık ilişkisi içinde olan bu şairler şiirimizin bu döneminde çoklu bir ‘kişilik şiiri’ dönemini temsil etmektedirler[ii].
1980 sonrasında, İkinci Yeni ile şiirimizdeki neoklasik ve sembolist varyasyonları gecikerek -biraz da zamanında gözlerini kapattıkları için mahcup olarak- okuyan bir kesim ‘genç şair’, 80 şiiri adı altında bir şairanelik dalgası yaratmışlardır şiirimizde. 1980 sonrası toplumsal koşulların yardımı ile, toplumsal diriliği olmayan, hayat bağları zayıf, hedonistik, neoklasik ve aşırı duygucu-sembolist duyarlığı parlatan, modernist-nihilist bireyciliği retorik düzeyde taklit eden bir şiir ortaya koymuştur bunların çoğunluğu. Doğrusu, bu şiir artık yazılsa da yaşamamaktadır. Görünen hali, şairanenin şairanesi bir manzara sunmaktadır bize. Bu tür, şiirimizin ana kulvarından çıkarak tümüyle kendine çekilmiş akıntısız bir delta halindedir bence.
Dolayısıyla, şiirimizin 80 sonrası tarihinde 80 Şiiri bir yönelim olgusu olarak tartışmasız bir şekilde yer alırken, kurduğu şiirle buradan kurtulabilmiş birkaç ad dışında[iii] geleceğe kalan bir şair olmayacaktır düşüncesindeyim. Şiirimizin 80 sonrası kalıcı tarihi, 80 öncesi gerçekleşen modernist İkinci Yeni ve Toplumcu Gerçekçi şiir sentezini, bir kişilik şiiri geliştirerek ileriye doğru dönüştürebilen, zenginleştirebilen nirengiler, ‘şair kişilikler’ üzerinden yazılacaktır. 80 şiiri içindeymiş gibi görünen istisnai ‘kişilik şairleri’ de buna dahildir.
*
Çağdaş şiir tarihimizin yakın döneminin bu şekilde okunabilmesi, şiirimizin yenilikçi, zengin ve çağdaş fakat bir yandan da tarihsel ekseninde ilerlemesi için 80 şiirinin, şiir taşrasında -dolayısıyla okurunda- yaratmış olduğu yaygın şairaneliğe hayırhah davranılmasına da bir şekilde son verilmesi gerektiğini düşünmekteyim. İkinci Yeni’nin kurucularının hayatta iken aştıkları İkinci Yeni şiirini, ona ricat eden 80 şiiri üstünden şairaneleştiren bir şair-okur kalabalığı, güncel edebiyat dünyasının oksijenini hesapsızca tüketmektedir. Bu kalabalığa, düzey düşüklüğüne karşı değerli şiirin/şairlerin direnmesi, çoğalması, birbirileri ile etkileşime girebilmesi ve şiirimizin ana yatağına göre koordinatlarını daha belirgin kılarak ilerlemesi beklenir.
———————–
[i] Garip Önsözü, 1941
[ii] Empatik bir okumanın bu bağlamda anılmasını beklediği şiir adlarını vermeyişimi bağışlayacağını umuyorum.
[iii] Bir önceki not burada da geçerlidir.
Vefa, öncelikle evde, okulda, iş ve sosyal yaşamda, eylemle öğretilebilen/öğrenilebilen bir erdemdir; aile üyelerimiz, öğretmenlerimiz, yöneticilerimiz ve büyüklerimizin duruş, tutum ve davranışlılarında örneklenerek bize geçmemişse, sözlüğümüze ve bilincimize muhtemelen yokluğu üstünden bir malumati çeşidi olarak (‘vefasızlık’ olarak) girecek demektir. Çünkü o da bütün insani erdemlilik görünümleri gibi, neredeyse doğuştan ve sosyal-bireyselliğimiz ilerledikçe dolması beklenen insani bir ‘iç’ boşluğumuzdur. Bu boşluğu şu veya bu şekilde dolduramazsak, eksikliğini hep hissederiz. Onu dolduramadığımız halde eksikliğini de hissedemez olmuşsak, söylenecek pek söz kalmamıştır; böyle bir durumda ya içimizdeki o boşluk göçmüş ya da biz o boşluğa göçmüşüzdür!
*
Yakınlarda kaybettiğimiz değerli Çek Yazarıii Kundera’nın, çağımız insanının baskın karakter özelliklerinden biri olarak işaret ettiği ‘kayıtsızlık’ (o bir kayıtsızlık şenliğinde olduğumuzu söylüyor)iii halinin nedeni –o bir şekilde ifade etmiş olmasa da– postmodern çağda gözlemlediği toplumsal ‘içe göçüş’ olsa gerektir…
*
Varlıklarını, görece istikrar kazanmış toplumsal yapılara borçlu olan değer sistemleri, onları var eden düzenlerin dönüşüp yok olma süreçlerine zamansal olarak bire bir eşlik etmiyor, genellikle geç kalıyor. Dönüşüme uyum sağla(ya)mamış kimi toplum kesimlerinde veya bireylerde daha bir süre arkaik (eskide kalmış), ironik ( gülünesi), trajik (acınası) görünümlerle de olsa kendilerine bir yaşam alanı bulabiliyor ve bu özellikleriyle de sanat eserlerine, fakat özellikle de romanlara konu olabiliyor.
*
Erdem yoksunluğundan en şikâyetçi olduğumuz zamanlar çoğunlukla bu ‘geçiş zamanları’dır. Geçiş zamanları, bir ‘kurulu düzenden’ bir başkasına –ya da kaosa doğru– evrilen zamanlardır. Bu yüzden olmalı, Çinlilerin bir insana en ağır bedduasının ‘Geçiş zamanlarında yaşayasın!’ olduğu söylenir. Bizde ise, böylesi zamanların, daha çok siyasi çağrışımları olan, bir adı vardır: ‘Fetret’…
*
Peki, geçiş ya da fetret zamanlarında, eskiyen ve bu yüzden değişmekte olan/tasfiye edilmekle olan kültürel sistemlere sadık ve gelmekte olanı kayıtsız, ironik, trajik, arkaik vb. tutumlarla karşılayan tiplere dönüşmekten kaçınabilir miyiz?
Yani insan olarak bir ‘yazınsal’ tipe, yazar olarak da bir ‘persona’ ya dönüşmekten koruyabilir miyiz kendimizi?
Mümkün…
Özerk aydın, değerli politikacı, erdemli asker, adanmış bilim insanı, sezgin sanatçı, sorumlu yurttaş, özgüvenli üretici, bilinçli işçi ve emekçi…. Hangisi ya da kim olursa, insan böylesi zamanlarda, kendi çapında veya kendine özgü bir ‘olmak’ sorumluluğu ile karşı karşıya kalıyor aslında. Bu, özellikle de bayağılığın boydan boya ele geçirdiği reklam, propaganda ve vaaz dünyasının her tekniği kullanarak bize telkin ettiği türden bir ‘gibi olmak’ değil. Bu daha çok, kendi metin bağlamından koparak söze dökülmesi oldukça güç, ‘aşkın’ bir anlam yükü edinmiş olan Shakespeare’yen, “Olmak ya da olmamak” seçeneğindeki ‘olmak’ durumudur sanki: Kayıtsızlık şenliğine katılmamak; gülünesi, acınası ve grotesk bir yazın karakterine dönüşmemek; yani, ‘olmak’…
*
Bu açıdan tarihe baktığımızda, farklı bağlamlarda adlarını borçluluk duygusu ile hatırladığımız insanların ortak bazı özelliklerini görebiliyoruz: Bu özelliklerden biri; bu insanların, yaşadıkları zamana ilişkin sahip oldukları derinlemesine farkındalıktır. Onlar, büyük insan çoğunluğunun ‘derya içre yüzerken deryayı bilmeyen’leri andırdığı zamanlarda, kendilerinin ve çevrelerinin fazlasıyla farkındadırlar. İkincisi; bu insanların, yeni ve belirgin bir içerik edinmek üzere deforme olan, değerden düşen şimdiki erdemlilik dışavurumlarının özünün korunması ve bunun gereği olan bir eylemlilik içinde bulunmanın önemini biliyor olmalarıdır. Yaşadıkları zamanın kalabalıklarına katılmazken, aynı zamanın kendilerini ‘marjinalize’ etmesine izin vermemek maharetini de gösterebilmiş kişiliklerdir bunlar. Farkında bir yalnızlığı göğüslemek; fakat çoğalma, dayanışma ve olumlu eylem arzusunu yitirmemek, yani bir trajedi kahramanı olmaya razı olmamak onların ortak özelliğidir. ‘Özerk insan’ olarak niteleyebileceğimiz bu insanların çok başka olumlu özellikleri de var. Onlardan en azından birkaçının eserlerini ve yaşam öykülerini yakınımızda tutarak yapabileceğimiz en iyi şey, kendi bahçemizi (ki ona herkes için de ağaçlar dikebilmeliyiz) bellemeyi sürdürmek olacaktır.iv
*
Kendimi bu kayıtsızlık şenliğinin dışında tutmaya çalışır ve geçiş zamanının groteks karakterlerinden birine dönüşmemeye uğraşırken el aldığım özerk kişiliklerden ikisinin adını vererek notumu bağlamak isterim:
Bunlardan biri Montaigne…
Sebahattin Eyüboğlu çevirisi olan seçme Denemelerv yanında, onun hakkında yazılmış ve ne iyi ki Türkçeye çevrilmiş, Hayat Nasıl Yaşanır adlı kitabın,vi böyle zamanlarda kendimiz dışındaki dünya ile kayıtsızlık dışında kurabileceğimiz mesafeli, öz değerlerimizin farkında, toplumsal sorumluluklarımızdan kaçınmayan, dünyalı fakat yine de ülkesinin ve kültürünün insanı olarak kalabilmek gibi konularda oldukça esin verici olacağını düşünüyorum. Avrupa’da veba salgının en yaygın, Katolik-Protestan savaşının en kanlı olduğu zamanlarda, sahip olmak istediği hemen her şeyi elde edebilecek bir varlığa ve hangi çağda olursa olsun, yaşadığı toplumda edinilmesi çok zor bir saygınlığa erişmiş biri tarafından yazılmıştır Denemeler… Bu kitabının benim için en değerli yanlarından biri; yazarının kendini temize çıkarma gayreti içinde olmadan, her türden paye edinme ihtiyacını aşmış olarak, fakat ilahi avunmalara da kapılmadan kaleme alınmış bir eser olmasıdır. Burada, elbette bir idolden söz etmiyoruz. Ama onun retorikten, poz vermekten çok uzak ve yanlış söylemekten korkmayan, içtenlikli, bilgi ve duyarlık yüklü yeni bir yazın türünü (deneme) ortaya çıkarmış olmasına hayranlık ve saygı duymamak olanaksız.
Vereceğim ikinci örnek ise; Mustafa Kemal Atatürk. Onun hakkına yazılmış çok kitap var… Ama bunlar arasında bugünlerin hengamesinde ihtiyacımız olan, dünya ile aramıza koymamız gereken sakinlik ve gerçekçilik mesafesini taşıyan bir üslup ve içerikte olanı ise oldukça az. Kundera’dan birkaç ay kadar önce kaybettiğimiz, bilim dünyamızın örnek adlarından biri olan Zafer Toprak’ın Atatürk kitabı;vii sağlam bir karakterin, ‘geçiş dönemlerinde’ kendisine nasıl bir dünya görüşü oluşturup, yaşamını, buna adamasını, hamaset sözcüğünün bir harfine bile bulaşmadan, konusu ile arasına bilimsel bir çalışmanın gerektirdiği mesafeyi koyarak mükemmel bir şekilde anlatıyor. Bu kitaptan; başka özellikleri yanında, düşünce insanı özelliklerine erişen, ulus kurucu bir asker ve siyaset insanın, içinde büyüdüğü ve yaşadığı ‘geçiş zamanları’nın kayıtsızlık şenliğine ve yararcılığına katılmadığı gibi groteksleşmeden insana, topluma ve insanlığa nasıl vefalı olduğunu görebiliyoruz. Erdemli olmayı sürdürerek nasıl seçici, dikkatli ve kavrayıcı bir zihin dünyası inşa edilebileceğini anlıyoruz.
*
Vefadan başlamamış mıydık? O halde, şöyle bitirelim: Bu geçiş dönemlerinde vefasızlık ve benzeri erdemsizlikler sizi çok fazla üzmesin. Bir Kundera romanı okur gibi acımsı bir gülümseyişle, geçiş günlerinin bu kategorik karakterlerini (gerçekte tiplerini) izleyin. Onlardan bazıları ile dost bile olun ve vefalı kalın. Hepimiz, erdem cevherimizin arazlarına bakılarak eninde sonunda adı konulacak birer yıkıntı, alçakgönüllü yapı, kim bilir, belki de anıtlarızdır.
Olmak veya olmamak işte bütün mesele bu!
i Bilgi değil, ‘malumat’…
ii Soğuk savaş Çekoslovakya’sı muhalifi, sonradan Fransa yurttaşı
iii Kayıtsızlık Şenliği, Milan Kundera, Çev. Ayça Sezen, Can Yayınları, 2015
iv Ref. Voltaire, Candide, Çev. Fehmi Baldaş, MEB Fransız Klasikleri, 1959
v Denemeler, Montaigne, Çev. Sebahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006
vi Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı, Sarah Bakewell, Çev. Emre Ülgen Dal, Domingo Yayınları, 2013
vii Atatürk, Kurucu Felsefenin Evrimi, Zafer Toprak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
Bazı kitap adları, içeriğini pek güzel temsil ettikleri gibi akıldan çıkmazlar da. Richard Sennet’in Karakter Aşınması adlı kitabı da bunlardan biridir.
68 Kuşağının aidiyetini işine gelince bir rozet gibi yakasına takıp da aynı kuşağın özgürlük, adalet, eşitlik ve barış arayışı ile ilgisini hepten koparmış olmak bir yana, bu arayışların karşısına hidayete ermiş bir tuzu kurulukla geçenlerden değildir o. Bunun aksine, bir büyük ışık patlamasından aldığı kıvılcımla tutuşturduğu kendi ocağını esnek, disipliner ve yaratıcı olmayı bir arada götürerek körüklemenin verimi diyebileceğimiz çok değerli kitaplar yazmıştır. Bu kitaplar, son 50 yılda şehirlerdeki sosyal yaşam, emekteki değişimler ve sosyal teori hakkındadır. Adının çekiciliğine kapılarak on yıllar önce bir Londra kitapçısının rafından alıp ilk okuduğum kitabı olan Karakter Aşınması yanında, Kamusal İnsanın Çöküşü, Yeni Kapitalizmin Kültürü, Zanaatkâr, Beraber, Ten ve Taş, adlarını bir çırpıda sayabileceğim Türkçeye de çevrilmiş kitaplarıdır.1 Toplumbilim kategorisinde yer alan Karakter Aşınması adlı kitap, son yarım yüzyılın kentli karakterindeki değişimi anlatırken, sosyal bilim dünyasının ilgi sınırları içinde kalmayacak denli canlı ve genel okura açıktır. Bu kapsama, okuru ve yazarı ile edebiyat dünyası dahildir.
En son, Latin Amerika akımı ile tazelendiğini söyleyebileceğimiz çağdaş dünya romanında, on yıllardır gözlemlediğimiz kendini tekrar bir yana, daha da gerileyerek post modern görünümlü bir ‘çok satarlığa’ sığınma halinde, edebiyatçının ilk bakışta edebiyat dışı görünen fakat aslında onunla etkileşime olağanüstü ölçüde açık Senet ve benzerleri kişiliklerin temsil ettiği bilimsel-yaratıcı düşünce dünyasına olan uzaklığı çok önemli bir rol oynamaktadır. Böyle olunca ‘tarih’i, bir kurgu zemini, ‘tarihsel kişilikleri’ de birer edebi karakter ikamesi olarak kullanmak ve oluşturduğu bu kaba kombinasyon/alegori üstünden güncel ‘realpolitik’ konularda saf tutup iman tazeleyerek çok satmak kurnazlığını romancılık diye sunanlarla çok karşılaşır olduk günümüzde. Kaba Marksist sosyolojinin formülasyonları ve feodal nostaljinin çekimiyle insan karakterini yapay-kaba tiplere dönüştüren kitaplar azaldı belki 80 sonrasında. Çeviri kitapların artışı ile okuryazarlığı artmış, ilgi alanları genişlemiş görünen kuram dünyamız, nedense çok geçmeden Fransız yapı sökümcülerinin deşifrasyonculuğuna fena halde saplandı. Bununla çok ilişkili olarak, popülist-çoksatar kitaplar yazmasalar da yaşam zenginliği ve görüş inceliğinden yoksun oluşları ile siyasal umutsuzluklarını ‘her şeyin aslında o şey olmadığı’nın keşfiyle telafi eden bir entellektüel türü yaygınlaştı. Varoluşçu klişeleri kurgusal yapı malzemeleri olarak kullanmayı sürdürüp, modernist-estetist/avangard edebi geleneğin sindirilememiş etkisiyle (buna anokranik de diyebiliriz) ‘metinselliğe’ aşırı önem vererek yazan bu yazar türünün çoğalması edebiyat okurunun kendi ormanında oksijensizlik duygusuna kapılmasına neden oluyor.
Oysa roman, sıradan olay akışlarından daha karmaşık (kompleks) olsa da izlenebilir, anlaşılabilir hikâyeler, bilindik-hazır tiplerden öte özgün karakterler, çağcıl trajik kahraman ve yine çağcıl ironik karşı kahramanlar yaratırken, bunları, bir karşı dil kullanıyor olsa bile, güvenilir bir ifadeyle dönüştürmeden ortaya çıkamaz. Ama hepsini burada saymayı gerekli görmediğimiz, romanı roman yapan ögelerden en önemlisi ‘karakter’dir. Çağının ya da zamanının genel insan karakteri üzerine düşünmeyen, bu konuda kesin olmasa da kuvvetli ipuçları ele geçirememiş olan maharetli öğrenciler, hevesli kıdemliler ve tutarlı çalışkanlar ne kadar uğraşsalar da romancı olamazlar. Karakterle edebiyat- hele modern edebiyat- ilişkisinin en güçlü ifadeleri, Wirginia Wolf ve H.D. Lawrance’in neredeyse aynı cümlelerle kendi (modern) zamanlarında, eskiye göre, insan karakterinin değiştiği saptamasını yapan cümleleridir.2 Eğer bir edebiyat, deneyimlenirken çözümlenecek ise, ondaki insan karakterlerinin kendinden önceye göre ne ölçüde ve nasıl değiştiği sorusuna çok ciddi bir şekilde eğilmek gerekir. Modern romanın (öncesi zaten yoktur) anlaşılmasında ciltlerce yazılmış kitaplar ağırlığında cümlelerdir andığımız iki yazarın, bizce kendi özgünlüklerini borçlu oldukları kaider diyebileceğimiz andığımız ifadeleri.
Bana öyle geliyor ki, modern çağın sonlarındaki post modern ya da hakikat ötesi çağda yazar, bu dönemdeki karakteri aramaktan çok uzakta kalıp, öncülerin eserlerinin ana modellerinden ve karakterlerinden çoğaltımlar yapmaktadır. Eski ustaların yazın ormanının ücralardaki kulübelerinden ötelerde iz süremeyen bu –çağdaş diyemeyeceğim– güncel romancıların kendileri, bu özellikleri ile yaşadığımız çağla ile ilgili yazılacak yeni ve gerçek romanların birer tipine indirgenmiş gibidirler. İçlerinde karakter düzeyine çıkanlar elbette vardır. Bugün, bu tipin ve/veya karakterlerin hayattan koparak metne saplanışı ve birbirlerine benzeyişleri üzerinde durmak edebiyat eleştirisinin önde gelen ödevleri arasında yer almaktadır. Ama daha da önemlisi, onları da karakterize edecek gerçek romancıları beklenmektedir.
Bunları söyleyerek, kurunun yanında yaş değilse de cehaletimiz veya dikkatsizliğimiz nedeniyle fark edemediğimiz ve gerçekten de varlığına içtenlikle inandığımız yaratıcı hikâyeci ve romancıya bu yazıdan ötürü hayli borçlandığımızın farkındayız.
Onlara bir replik sunarak işlediğimiz bu suçu, uğradığımız bir ağır tahrik nedeniyle işlediğimizi söyleyip verecekleri cezada hiç değilse indirim isteyelim:
“Bir şeyin sorgulanması anayasaya aykırıysa, söylenmesi de gerekmez. ‘Ama madem hadi istiyorsunuz, koyuyorum masaya’ dedim. O bakımdan ‘Kafa buldum’ dedim.” diye konuştu.
Bu replik bu memlekette bakanlıklar yapmış, on yıllarca parlamentoda yer almış, politikaya girdiği yerde tutunamayınca tam karşısında yer aldığı siyasi partiye geçmiş, orada da sanırım üçüncü kere milletvekili listelerine konulamayınca, televizyona çıkıp partisine oy vermediğini açıklamış, açıklaması, nedense, kamuoyunda infial yaratınca, yukarıdaki replikle kendini savunmuş birine aittir.
Woolf ve Lawrence kendi çağlarında karakterin değiştiğini söylüyorlardı. Bir şair olarak ben çağımızın romancısına sufle veriyorum: Çağımızda insan karakter karaktersizleşti!
Anladınız değil mi… Neden karakter, Sennet, erezyon ve yitiş…
1 Okurun saydıklarımızdan daha geniş bir Sennet Türkçe çeviri külliyatı bulabilecek olması, bütün olumsuz koşullara karşın Türk yayın ve okur dünyasının değerli yanlarının önemli bir işareti sayılmalıdır.
2 Not defterlerime aktardığım bu iki yazara ait cümlelerimin hangi kaynaktan olduğunu söyleyememekten ötürü mahcubum.
AKP’nin ilk iktidara gelişinden bu yana, her seçimde, ulusal güvenlik ve jeopolitikle ilgili çözüme kavuşturulamamış ya da çözülmüşse bile yeniden sorun haline getirilmiş kimi konuların normal demokratik seçim dönemleri siyasi paradigmalarını bastıracak düzeyde güncelleş(tiril)mesine tanık olmaktayız. Bu sorunların önemli bir kısmının, siyasal iktidar tarafından yolu açılmış ya da onun tarafından yaratılmış olması bu durumu değiştirmiyor.
Böyle bir ortam, merkezdeki seçmen çoğunluğunu, iktidardaki AKP ile muhalefetteki CHP arasında, gönülsüz bile olsa bir “sandık başı” tercihine zorluyor. Merkez seçmeni olmanın doğasından gelen düzeni koruma güdüsünün de etkisiyle durumdan, sürekli olarak iktidar partisi kazançlı çıkıyor.
Buna, ikili bir siyasal statüko diyebiliriz. “Ülkenin bekası” ile ilgili dayatılan bu güvenlikçi ikilemle yüz yüze kalan merkez seçmen, sandık başı tercihlerinde bir tarafta katılaşmak zorunda kalırken söz konusu partiler de “mecburen” verilen bu “garanti” oylar yüzünden, kendilerini gözden geçirmeye karşı büyük ölçüde şerbetlenmiş, dinamizmlerini büyük yitirmiş oluyorlar.
Merkezi yönetimde AKP’nin hep iktidar, CHP’nin de hep ana muhalefet olduğu; yerel düzeyde ise çoğunluğunda AKP’nin, geri kalanında da CHP’nin iktidar olduğu; ama her durumda bu iki partinin siyasal, bürokratik, ekonomik elitlerinin ve yakın destekçilerinin oldukça cömert bir biçimde ödüllendirildikleri bir statükodur bu.
Partiler ve seçmen ilişkilerinin “mecburiyet lokantası” metaforuna her zamankinden daha yakın olduğu böyle bir durumun sürdürülebilir olmadığı kesindir. Yaklaşan yerel seçimlerde, bu kısır “ikili statüko”nun sona ereceğinin işaretlerinin ortaya çıkması sürpriz sayılmamalıdır. Çeyrek yüzyıla yakın süredir birinin iktidarda ötekinin ana muhalefette gösterdiği başarısızlıklar ve tutarsızlıkların bu partilere verilen “kerhen” (gönülsüz) oyların “kalben” verilen oyları aşmasına yol açtığını görmemek olanaksızdır.
Söz gelimi, eğer oy kullanmayı manipüle edecek iç ve/veya dış kaynaklı büyük provokasyonlar yinelenmez ise yaklaşan yerel seçimlerde seçmenin belediye başkanlıkları için kullanacakları “katı” oylarıyla değilse bile, belediye meclisi için kullanacakları “esnek” oylarıyla bu demokratik tıkanmanın önüne geçecek gedikler açma olasılığı vardır.
Siyasal program farklılıkları ne olursa olsun, ikili statükonun dışında kalan farklı siyasal partilerin, görece etkin oldukları mahallerde bulacakları uygun çözümlerle belediye meclislerine mümkün olduğu kadar çok sayıda temsilci ile girebilmeleri ve bu sayede belediye yönetimlerinde izleyen, denetleyen ve hesap sorabilen konumlara gelebilmeleri, bunlardan her birinin her türlü tekil makro siyasal savlarından daha büyük önem taşımaktadır. Yeter ki bu partilerin vizyonları, statükonun iki yakasından birinin “tamamlayıcı parçası”nı oluşturmak ya da toplumsal yaşamda herhangi bir değişim yaratma gücünden uzak, “salt politik” radikalizm ya da marjinalizmler olmasın.
Nisan 1996
Şiirde Renk, Renkte Şiir
Berlin
Özdemir Asaf in Juri başlıklı şiirini bir kez daha anımsamakta yarar var: Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,/Birinciliği beyaza verdiler.” Kirlenmeyen ne kaldı günümüzde! Kirli bir dille birbirimizle anlaşmaya çalışıyor; iyice kirlenmiş, her an patlamaya hazır bir çevrede yaşıyor, kirlenen ilişkiler içinde zar zor ayakta duruyor; doğanın giderek daha çok yok edildiği bir dünyada nefes almaya çalışıyor, insanı yaşamından bezdiren politik bir ortam içinde üretilen politikalar arasında bir birey olarak bir sürü şeye dikleniyoruz da ne oluyor? Bizli de, bizsiz de yürüyor her şey demeyin siz de, yine de karşı çıkmamız gerekiyor tüm kirlenmelere, tüm bozulmalara!
Nazım Hikmet, özlemin rengi neyse, kavganın rengi neyse biz bulalım istemiştir. Dağlarca, Türkçe’nin ses bayrağı başında nöbettedir hep kırmızı ve beyaza vurgun. S. Birsel, ince esprideki rengin kıvamını iyi bilir. O. Rıfat, sadeliğin rengine hep merhaba, dedi. T. Uyar, hâlâ yeşil bir geçitten geçiriyor bizi Parlak ve Kara, Kırmızı, Yuvarlak bir evrenin içinde tutarak. E. Cansever, kanın rengine neden hep şaşmıştır? C. S. Tarancı, Renkler renklere renkleri ekler/okurken içim renklere mahşer.”, der. Z. O. Saba, beyaz zamanlarda nefes alır hep. C. A. Kansu, hiç solmayan bir sevgi bahçesini bekler. B. Necatigil, evinde hangi rengi kullanırdı, çarşıda-pazarda hangisini? M. Eloğlu, Mor deniz’de düş kurdurtuyor şiirini sevenlere. I. Berk, yaşamın yaprağını soyuyor Ebemkuşağı Yeşilyurt Sokağı’na sapmadan. S. K. Aksal, bağbozumu zamanının rengine büründürüyor şiirlerini. E. Ayhan, şiirimizi kara buluyor mu hâlâ? M. C. Anday, Yağmurun Altında ıslanan Sözcükler’i renksiz bir dünyaya emanet ediyor. C. Süreya, üçgene yuva yapmış kuş yuvalarını boyuyor mu öte dünyada da? O. İnce, her günün rengini devşirir nerede olursa olsun. G. Akın, hiç yaşlanmayan Anadolu bozlaklarının rengine vurgundur. A. Damar, umutsuz renkleri sokmaz şiirine. A. İlhan, renk çarşısında heybetli bir posta güvercinidir. Ü. Tamer, virgüle sorar hangi rengi sevdiğini. C. Çapan, anıları renklendirme ustasıdır. R. Durbaş, Menzildeki rengi en iyi bilendir. H. Yavuz, çölün rengini endeksliyor dizelerine. K. Özer, bağrı yanık anaların solgunluğunu öpmeye kıyamaz. G. Turan, şiirlerini beşinci mevsimle ağırlar… Tüm şairleri tek tek ele almaya olanak yok. Yaştaşım, kuşaktaşım şairlerin rengine girmeyeyim burada, renklisi de, renksizi de var çünkü!
Şiirde rengi cuk oturtmayınca neye yarar o şiir? Rengarenk olmak da, renksiz olmak da kötü! Ya? Şiiri yolunu bulmuş, şiirini rayına oturtmuş şairler, şiirlerindeki rengi ayarlamasını da iyi bilirler C. Külebi’de olduğu gibi. Şiirini cafcaflı hale getirenlere bir sözümüz yok, yolları açık olsun, onlar zaten yoldan çıkmış şairler()dir. Sözümüz, şiirinin rengini kıvamında tutmayı sür- düren şairleredir ve biz öyle şairleri pek severiz! Dilimizin ucuna gelen adları dışanı vurmada pek cimri davranmak zorundayız burada, hayat kısa şiir uzundur çünkü! H. Hüseyin’in Kızılkuğusu gibi şiirin uyanışı’na halkımız nasıl olsa tanık ola- cak!
Paul Klee’nin renk teorisini de okumalı şairler, Goethe’ninkini de ve de Ayşe Davaz’ın Renk Sözlüğü’nü de. Sergilere de gitmeli şairler her ressamın rengini tanımak için, resim de yap- malı şairler renklerin sancısını duyumsamak için; ressamlar şiir de yazmalı sözcüklerle dertleşmek için!
G. E
Johann Gottfried Herder
Sayı: 26
Yeni Alman Edebiyatı Üzerine
Bir adım daha atıyor ve diyorum ki: Şayet şiir sanatında düşünce ve ifade birbiriyle çok sıkı bir bağlantı içindeyse, ben de söze kuşkusuz en çok hükmedebildiğim ve en yakından aşina olduğum -ya da en azından cüretkârlığımın kuralsızlığa varmayacağından emin olduğum bir dilde şiir yazmalıyım. Bu da, hiç şüphe yok ki anadilimdir. Önce anadile egemen oluyoruz -hem de kavramlar ve imajlar dünyasını, sözler aracılığıyla ruhumuzda biriktirdiğimiz o en hassas yıllarda. Bu dünya, sonradan bir hazine önemi taşıyacaktır şair için. Yani şair, en büyük hafiflikle anadilinde derinlemesine düşünebilecek ve aradığı ifadeleri bulabilecektir. Kendisi için vazgeçilmez bir zorunluluk olan imajlar ve renkler zenginliğine, anadilinde ulaşacaktır. Tanrısal olanın temsilcisi şairin gök gürültüsü ve şimşek çakması, yine onun anadilinde duyulacak ve görülecektir. Düşünce tarzımızın ağacı sanki anadile dikilmiştir; ruhumuz, kulağımız ve dil yeteneğimizin organları anadille birlikte oluşmuştur. Bu şartlar altında, kendimi anadilden başka nerede daha iyi ifade edebilirim ki? Anadil; onun kalbinden doğan sütünü emen, ellerinde yetişen, şimdi en güzel yıllarının sevinci olan ve yaşlılığında onun umudu ve onuru olacak oğlunun gözünde -tıpkı anayurt gibi- çekicilikte diğer bütün dillerin üzerinde bulunmaktadır.
İçinde yetiştiğim dil, benim dilimdir. Montesquieu’ye göre, güzellikle ilgili bütün kavramlarımız, ilk güçlü izlenimlerle bağlantılıdır; ve ruhumuz, sonradan algıladığı her imajı, hemen bu izlenime dayandıracaktır. Çenedeki bir gamzeyi, Alkibiades’in konuştuğu gibi hoş pelteğimsi bir fısıltıyı ya da benzeri sevimli bir vasfı güzel buluyorsak, bunun nedeni, imajın, ruhun kendi- sini biçimlendirdiği o ilk örneğe uygun düşmesidir. Tıpkı bunlar gibi, anadil de, diyalekt ve ağızlarıyla tamamen bir kendine öz- gülük ifadesi, küçük sevgi zayıflıklarıyla bile bizim için bir güzellik resmidir. Bir çocuğun bütün imajları ve yeni kavramları, daha önce bildikleriyle karşılaştırması gibi, bilincimiz de, bütün lehçeleri gizlice anadile uygun hale sokar. Aklımız, daha sonra diller arasındaki farklılığa daha derin nüfuz edebilmek için, bu lehçeleri unutmaz. Onlar unutmaz ki, orada boşluklar ve Issızlıkları, burada da yabancı dillere özgü zenginlik ve bolluğu keşfettiği zaman, kendi dilinin zenginliğini sevmeye başlar, onun olası fakirliğini, yabancı değerlerle gidermek ister. Anadil, bir kılavuzdur. Onsuz kalınca aklımız, birçok yabancı dilin labirentinde yolunu şaşıracaktır. Anadil, bilincimiz, yabancı ağızların sınırsız okyanusunda batmaktan koruyan bir köktür; ve dillerin şaşırtıcı çeşitliliğine bir birlik ve eşitlik getirir. Başka dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmiyorum. Yabancı halkların arasına giriyor- sam, bunu, içinde yetiştiğim âdetleri onlarınkiyle değiştirmek için yapmıyorum. Bir yerde yurttaşlığa kabul edilen bir yabancı olacaksam, kendi ülkemin yurttaşlık hakkını kaybetmek amacında değilim. Aksi takdirde, kazancım kaybımdan daha az olacaktır. Yabancı bahçelerden geçiyorsam, bu, düşünce tarzımın nişanlısı olan dilime çiçekler sunmak içindir. Yabancı adetleri önemsiyor- sam, bu, benimkileri, yabancı bir güneşin olgunlaştırdığı meyveler misali, kendi ülkemin yaratıcı gücüne feda etmek içindir.
(Almanca’dan çeviren: Sargut Sölçün)