Bir Cümle Olmaya Geldim

Description
  • Date: 23 Ekim 2017
  • Categories: Kitaplar
Bir Cümle Olmaya Geldim

Şiir, ayarı bozulan söze mihenktir 

Ferruh Tunç, ilki maalesef ulaşılamayan (Şehrin Eski Yolcusu), ikincisi ve üçüncüsü kitabevlerinin hayli dar şiir raflarında ısrarla aradıkça bulunan (Melez Zamanlar ve Tunç Ayna) kitaplarından sonra dördüncü şiir kitabıyla yanımızda. İşin ilginç yanı Ekim ayında basılan kitap, hem de şiirin ıssıza bırakıldığı bir ‘an’da, yeni yıla yeni baskı hazırlığı ile giriyor. Ferruh Tunç o ‘an’a, sözünü çoğaltarak itiraz ediyor.

Bir Cümle Olmaya Geldim, okudukça insanın içine işleyen bir kitap. Özde; öncekilerde olduğu gibi ama bu kez lirik lezzeti giderek artan bir uygarlık ve benlik arayışının hüküm sürdüğünü izliyoruz. Sonra zamanın ruhu sıyrılıyor kitabın içinden. İşgalden, göçten, savaştan, sürgünden arta kalanlara ayna tutulduğunda aslında ne kadar ‘benzer ve yakın’ olduğumuz işaretleniyor aklımıza. Bir de hep gölgesi; gitmelerin, dönmelerin, gidip de dönmeyenlerin, geride kalanların, zamanda ve mekânda ‘şey’in izini sürüp ona ad verenlerin, harflerin yerini değiştirenlere cümleler kurmaya kalkanların ve ama yine de bizleyip duranların… 

Bir Cümle Olmaya Geldim’de, herkes kendinden bir söz bulacak. 

Çünkü Müftü Köprüsü’nde çakıl taşı olmayı bilen öylece de görür rahlenin etrafındaki kuşları… 

Ferruh Tunç’a yeni kitabını ve ‘yeni dünya’da sözün ederini sorduk. 

(Söyleşi: Banu Kurt, Cumhuriyet Kitap)

Soru: Önce Şehrin Eski Yolcusu… Melez Zamanlar, Tunç Ayna ve Bir Cümle Olmaya Geldim… Ahmet Telli’nin yorumuyla şiirlerinizde hep bir zaman ve mekân arayışı var. Kitabın açılışında yer verdiğiniz ‘Hipotez’de “Pusulanın göstermediği bir yer var / Yolum oraya benim” diyorsunuz. Yolculuk ne sizce ve nereye ya da daha ne kadar yolunuz var? 

Cevap: Yolculuk; mekân ve zamanla rutin dışında bir kavuşma, kucaklaşma… Yadırgamayı, şaşırmayı, ayrılmayı, kavuşmayı ve yakın ağırlıktaki duyumsal estetik varoluş kategorilerini öylesine güçlü barındırıyor ki; onun insan hayatında temel, şiirsel bir metafor oluşu bundan. Sembolden çok ötelerde… Bu yüzden, yolculuğun neyi ifade ettiği sorusu şiirsel bağlamda kalarak kolay cevaplanamaz bence. İnsanın, bildiği ile duyduğu arasındaki mesafenin kısaldığı, birinin ötekine dönüştüğü özel bir var olma hali yolculuk… İlham verici olmaktan daha çok, insanın ilhama dönüşmesinin sözünü veriyor uygun ya da hazır olana. İnsan doğasının onsuz düşünemeyeceğimiz ‘gel-git’i arasındaki zaman ve yol farkı, hareketlilik… 

Soru: “Uçar dünyanın bir ucuna / Döneriz sonra yurdumuza” … Peki gitmek mi dönmek mi, aslolan hangisi? 

Cevap: Dolunayımızın çekimiyle, yarım ayın gölgesiyle kabarıp sönmelerimizin dile gelişi gidip gelmelerimiz… Böyle olunca, aslolan ne gitmek ne de gelmek. Gidip gelmek! “Yani gider, yine geliriz”  

Soru: Ya ‘Nostos’? Kitapta bunun için yazdığınız bir şiir var. İnsanın döndüğü yer neresidir acaba?

Cevap: Dönüp geleceğimiz yer özlediğimiz yer Nostos. En özlediğimiz yer, yurdumuz. Nostalji duygusunun yöneldiği yer… 

Soru: Okurun da eşlik ettiği ve dönüştüğü bir yolculuk bu aslında. Arayışınıza katılıyoruz, her birimiz kendi ait olduğumuz bahçelere, zihnimizde mim koyduğumuz müzelere, herhangi bir denize üflediğimiz geçmişimize ve geleceğimize dönüyoruz. Ne bulacağız bu yolculuğun sonunda?

Cevap: Yolculuğun sonunda bir şey bulunmayacağı, az önceki cümlemizde saklı. Bu soruya en güzel cevaplardan biri Cevat Çapan Türkçesiyle, İthaka şiirinde verilmiştir. Nostos’un ne ya da neresi olduğunun yanıtı da var burada; 

“Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka

O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın

Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka” (Konstantin Kavafis / Çev. Cevat Çapan) 

Benim yurdum evren, samanyolu, doğu, batı, kuzey, güney, Türkiye, Antalya… Bazen bakar göremem, bazen sıkı sıkı sarılırım.

Soru: Gelelim söze… Bir cümle olabilmek için nice cümleler kuruyorsunuz, sözü yontup içinden başka şiirler çıkarıyorsunuz. Dönüşüm henüz bu kadar sıradanlaşmamışken bile mesela Hegel şiirin gerilediğini yazıyor, Sartre sözcüklerin gücünü kaybettiğini savunuyor. Sizce şimdi söz nerede duruyor? 

Cevap: Tarih boyunca söz bir yandan çoğalıyor, zenginleşiyor, güçleniyor; bir yandan da yayılıyor, sığlaşıyor, değeri düşüyor. Ama çağ dönümlerinin hemen ardından sürecin bu ikili karakteri daha bir fark ediliyor. 

Geride bırakılan bir çağda içten içe değişmekte olan söz ayarı, çağ dönümünün ardından deyim uygunsa birdenbire gövdeleşiyor, resmileşiyor. 

Böyle zamanlarda, hem görece eski istikrarın hem de yeni ‘devrimci’ durumun sözcüleri, taraftarları oluyor. Yalınkat bir saflaşma değil ama. Bu ikiliğin her ikisi de aynı bünyede, biri daha ağır basmak üzere bulunabiliyor.

Hegel’in ve Sartre’ın sözleri bir göreceliliğe işaret ediyor bu bakımdan. Biri, sanayi devrimi ile ortaya çıkan geçiş döneminin getirdiği olumsuzluklar bağlamında, ikincisi, sözünü tutmayan modernizme verilen bir dizi nihilist cevaptan biri olarak böyle söylenmiş olmalıdır. Hatta, siz bunlara ‘Söz yok oldu, bir şey bilmiyoruz, simülasyon ve simülarklarla çevriliyiz’ diyen bir ‘postmodern kötümser’ daha ekleyebilirsiniz.

Işığın tutulduğu yeri aydınlatan bu türlü saptamalardan, analizlerden, aforizmalardan çok şey öğreniriz. Ama bu; ışığın tutulmadığı yerin kararmasına dönüşmemeli.

Evet, bugün de (postmodern dönemde ya da küreselci neoliberal emperyalizm döneminin sonuna gelindiğini sezdiren günlerde) karşılığı olmayan parayla kendini zengin ilan edenler kadar, benzer bir kurnazlık ve vicdansızlıkla edinilmiş söz bolluğuna bakıp, kendini şiirin ötesine geçmiş hissedenler çoğunlukta görünüyor. Ama bu hem insani gerçekliğimizin bütününü hem de meşruiyetini ve saygınlığını temsil etmiyor. Gerçekte ise bugün de şiir, bütün sanatların anası olarak, her zaman ayarı bozulan söze mihenk olmayı sürdürüyor. Az duyulduğuna bakmayın.

Bir Cümle Olmaya Geldim, şiiri sözüm ona geride bırakmış, bu değersiz söz çokluğuna, ‘şiirin verdiği ayar’ hizasına girmek iddiasıyla yazılmıştır.

Soru: Şiirin dilini soralım o halde. ‘Otantik’ başlıklı şiir, estetik eşiği mi bildiriyor bize?

Cevap: “Şiirimiz restore edilmemiştir” dizesi; yine kitaptaki bir başka şiiri (Restorasyon) yankılayarak, şiirin ‘şiir gibi’den ayrımına işaret ediyor olmalı; şiire benzerken şiirin yerine geçenden korunma refleksine… Restorasyon bir çeşit manipülasyondur çünkü. 

Şiir dili, başka dillere ait ikilemlerin, açmazlarının ve yasakların yok saydığı anlama, kavrama ve deneyimleme kanalları açar insana. Ahlakçılıkla, sofulukla, çıkarcılıkla, sığ politik ilgilerin taraftarlığıyla mesafeli durur. 

Dile dönersek, şiir; aslına dönme ya da baştan ve bambaşka yaratma ikileminin sıkıştırdığı alanı açar. ‘Aslı gibi’ değil, ‘asılsız da değil’, ‘asıl’ kalarak zaman içinde yeniden doğuşunu sürdürür. 

Soru: Dil nasıl olmalı, ne anlatmalı? Şiirde vaaz, propaganda, reklam dili nasıl tehdit ediyor bizi? 

Cevap: İhtiyatlı bir ifadeyle vaaz dinsel, felsefe ontolojik, reklam pazara ait, propaganda ise siyasi-ideolojik dillerdir. Bunların dördü de son çözümlemede tek odaklı ve işlevsel dillerdir. İşin ilginç yanı, tek odaklılıkları ile işlevsellikleri de çelişir, çünkü bir başlarına başa çıkamazlar kendilerince yararlı sonuçlar üretmekle. Birbirlerini ama en çok da estetiğin dilini istismar, istila veya asimile etmeye yeltenirler ve bunu kısmen de olsa başarabilirler. Estetik dilin de bu üçünden çoğunlukla teolojik, ontolojik ve zaman zaman da propaganda diline göçtüğü, gömüldüğü olur. Yani kısmen veya tamamen üstünü örttüğü… 

Soru: Estetik dil göçtüğü/çöktüğü/gömüldüğü zaman bir boşluk oluşmaz mı? Bu estetik varoluş için gerekli bir boşluk mu?

Cevap: Arsız ve istilacı bilme biçimlerinden kurtarma, bunlar arasındaki iç mücadeleden farklı olarak, var olanın yerine geçmeyi değil, yeniden bilme (hatta ‘başka’ bilme) için boşluk yaratmayı gerekli kılar ister istemez.

Bu boşluğu, estetik deneyimin boyutlanacağı ‘kültürel’ ortam olarak nitelemek, sözü anlaşılır kılmak için göze alınacak bir analojidir. 

Buradaki ‘boşluk’ öteki bilme biçimlerine göre, onlar anlasınlar diye kullanılan bir ifadedir. Boşluğun içinden, estetik alandan bakıldığında ve estetik dilin sözlüğü ile konuşulduğunda içi pekala doludur. 

Soru: Şiirin ve şairin tepkisi ne oluyor peki bu duruma? Sözcükler mi sessizlik mi?

Cevap:Sanayi devriminin, burjuva demokratik devriminin kendi sunduğu insani yücelme olanaklarına ihanet etmesiyle estetik cephesinde; mistik, faşist, nihilist, varoluşçu, anarşist, fütürist ya da başka yollardan reel-modernizme, kolonyalist-emperyalist kapitalizme itirazlar denendi. Çoğunlukla bireye, bireyselliğe, imaja, dilin salt formuna, bilinçaltına, nihilizm ve anarşizme kapanan bu tepkiyi geniş anlamda ‘modern’ içinde görüyoruz. 

Burada hakim bir çizgi olarak şair, şiirin ve estetiğin dilini olağanüstü dönüştürdü, ona özerk ve korunmuş bir alan yarattı. Ama bu aynı zamanda şiirin hayatın büyük bir alanından çekilmesi pahasına oldu. ‘Hayat buysa ben yokum!’ dedi şair. Şiirin çekildiği; dilini, formunu, kendisini ücraya çektiği bu dünyada, estetik dışında kalan bilinç biçimleri ise ücraya sığınamayacak, yaşamdan uzaklaşamayacak insanların zihninde ve duyuşunda, ücradaki şiirin olanaklarını da kullanarak (istismar ederek) at oynatır oldu. Şiirin dilini vaaz, propaganda ve reklam diline karşı savunmak; ücradaki şiir dilini istismara, istilaya, asimilasyona karşı savunmaktır; ama bana sorarsanız daha da ileri gidip şiiri ücradan çıkarmaktır.

Soru: Ahmet Telli’nin yorumuyla başladık onun yorumuyla tamamlayalım. Ahmet Telli kitaptaki ‘Uzun Hava’yı “Bu şiirden bize kalan; folklorik ve yerel bir tat yerine yerli ama evrensel yeni bir caz duygusudur” diye tanımlıyor. Sizce nedir bu yerel ve evrensel caz?

Cevap: Caz, önce şarkı kalıplarının kırılması. İkincisi, müzik geleneği ile tümden kopuk olmayan bir doğaçlama. Üçüncüsü, mekânsal bir çıkış yeri var ve bunu ihmal etmeden başka kültür ve mekanları kapsayabiliyor. Uzun bir ırmak; yatağını tanıyan, akışın tadını çıkaran… Makamlar dışından başlayan bir ‘hal’ ama ilerledikçe önceden kararlaştırılmamış bir makama da dönüşebiliyor. Caz modern şiir gibi, modern şiir caz gibi. 

Soru: Ve sizce Uzun Hava… 

Cevap: Uzun Hava kitapta cazla en çok ilgili olan şiir bence. “Hem gelenek eskiden yapılan şey değildir ki…” diye biter şiir. Gelenek ve yenilik ikiliğini aşma denemesi denilebilir ona. Uzun havanın doğaçlamasına yaslanıyor, iki dizelik bir nakaratla parçaları birbirine bağlıyor, kendini sözün akışına bırakarak müziğin, çağrışımın götürdüğü yere gidiyor. O tonunu, bir yandan kitabı var eden yolculuklardan alıyor, bir yandan da hayatımdaki / hayatımızdaki eksiklikleri başka türlü bir varlığa dönüşen Metin Altıok, Behçet Aysan ve Ahmet Erhan’ın kaybına bir çeşit mersiye oluşundan…

Aydınlık-İsmet Özçelik

Ferruh Tunç’un dördüncü şiir kitabı Bir Cümle Olmaya Geldim geçtiğimiz yılın Ekim ayında Everest Yayınları’ndan basıldı ve kısa sürede ilk baskısı tükendi. Şairin, 1990 yılında Ümit yayıncılık tarafından basılmış Şehrin Eski Yolcusu’nun yeni baskısı ise yıllardır yok. Sözcükler Yayınevince basılan, Behçet Necatigil ve Ceyhun Atuf Kansu ödüllerine değer görülmüş Melez Zamanlar (2. Baskı Haziran 2011) ile Behçet Aysan ödülüne değer görülmüş Tunç Ayna (Kasım 2012) kitaplarını da kitapçılarda bulmak mümkün değil. Bunlar da yeni baskılarının yapılmasını bekliyor.

Ferruh Tunç, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmesinin ardından Cemal Süreya’nın da kısa aralıklar dışında çalışma yaşamını geçirdiği Maliye Teftiş Kurulu’na girmiş, ardından ağırlıklı olarak Uluslararası Denetim Kuruluşlarında olmak üzere otuz yılı aşkın aktif çalışma yaşamını yakın zamanlarda sonlandırarak memleketi Antalya’ya dönmüş.

Edebiyat dışındaki çalışma yaşamına da yakından tanık olduğumuz Ferruh Tunç’a Rilke’nin Genç Şaire Mektuplar’ında sakınılmasını salık verdiği insana ‘sözleşmeler yükleyen’ işlerden neden uzak durmadığını sorarak başladık söyleşimize.

Okurken çalışmak ve yazmak arasında bir zıtlık olduğunu ben de düşünürdüm. Bu yüzden iki yıl uzattım üniversiteden mezun olmayı. Sonra Cemal Süreya’nın bir söyleşisinde benzer bir soruya verdiği; “Bu ikisi (iş ve şiir) birbirine ne kadar uzaksa o kadar iyidir” cevabından esinle Maliye Müfettişliği’ne girmeyi başarabildim. Maliye Teftiş Kurulu’nun sunduğu olumlu ortamın da yardımı ile işin ne olduğundan çok nasıl yapıldığının önemli olduğunu hızla keşfettim; çalışmanın devlet ya da patrona hizmetten başka bir şey olduğunu, nasıl bir şairsen bunun gibi bir işinin, mesleğinin de olabileceğini deneyimlerimle öğrendim. Her iki alan da her şeye rağmen insanın kendini yeniden üretme gerçekleştirme alanlarıdır. Bu iki alandan birinin diğerini istismar etmesine izin vermeden ama bir olan “duruş”unuzu korumakla kalmayıp onu tahkim ederek hayatınızı sürdürebilirsiniz. Ben bir Rilke değilim ama sorarsa genç şaire; “salt şair” olmamasını, kamusal olandan uzak durmamasını, toplumsal sorumluluk üstlenmesini, yaşamı bütün yönleriyle mümkün olduğu kadar geniş kavramasını; bunun bireysel, özgün var olma gayreti ile çelişmeyebileceğini söylerdim. Rilke’nin bütün bütüne bir tekzibi olamazdı elbette söylediklerim; ama bana sorarsanız bu zamanda bu dünyada ve bu memlekette salt şiir açısından bile daha doğru olanı bu olurdu. 

O zaman, bu iki kavram üstünden sürdürelim söyleşimizi: Kamusal, toplumsal sorumluluk ve bireysel var olma gayretini şiir ekseninde biraz açmaya çalışalım. Şiirde kamusal ve/veya toplumsal sorumluluk ne demeye geliyor, bireysel var oluşla nasıl bir etkileşim içinde çalışıyor, üretiyor ve yaratıyor şair?

Kamusal sorumluluk toplumu çevreyi doğayı da içeren bir diğerkâmlıktır diyebilirim; o olmadan şiir olmaz. Ya da bizim anladığımız şekilde şiir olmaz. Diğerkâmlık, başlı başına bir kök güzelliktir ve plastik olan da dahil öteki birçok güzelliğin kaynağıdır. Bir sanat olarak şiirin modern zamanların ürünü olması, buna bağlı olarak da bireşiminde bireysellik ve özgünlüğün yer alması bu söylediklerimizi yalanlamaz. Hatta faşizan her türlü ideolojinin çoğunlukla kendisine kamusal ve toplumsal sorumluluğu kalkan edinmesi de bilinen bir gerçektir. Bu da yalanlamaz söylediklerimizi. Modernizmi gecikerek, uzaktan, yüzeysel ya da özentiyle ‘tedris’ eden bir kesim şairimiz, bireyselliği bireycilikle karıştırır ve ironiktir, anonim bir dil kullanarak toplumsal, kamusal sorumluluğu şaire yakıştıramadığını söyler. Oysa şiir kendinden başlayarak her şeye ilişkin bir sorumluluktur. 

Ne denli bireysel ve özgünlük temelinde yaratıyor, böylece veri kültürlere itiraz ederek yazıyor olursak olalım bu tutumumuzun bizi nihilistik-varoluşçu bir estetizmin ya da estetik bir olgunluğa geçememiş siyasal veya düşünsel ütopyacılığın çıkmazlarına sokmaması gerektiğini düşünüyorum. 

Nihilist-varoluşçu estetizmden kastınızı biraz daha açar mısınız? Bu ülkemizde ve dünyada kimler tarafından temsil ediliyor?

Akademik olmayan bir serbestlikle konuşursam estetizm; estetik nesne ve duyumlardan oluşan kendine yeterli bir alan içine kapanma ve bunun dışında kalan nesnelliği temsil eden “gerçek dünya”dan bir şekilde ayrılma kopma ya da onları kesintisiz bir şekilde kargışlama olarak tarif edilebilir. 

Nihilist varoluşçu estetizmi Allan Megill’in Aşırılığın Peygamberleri kitabında ele aldığı estet düşünürlerin hemen tümü için yaptığı çok yerinde niteleme ile yankılayarak kullanıyorum. “…Burada bir ‘kriz hissi’ var” der; “bu insanı, her eylemin bugünün rezilliğinin bir parçası haline geleceği gerekçesiyle eylemden uzak durmaya itebilir. Amacı yeni bir bugün yaratmak değil, geçmişte bugün ve gelecekte varolmuş varolacak bütün düzenleri yıkmak olan kesintisiz bir eylemliliğe de dönüşebilir” Foucault’tan söz ederken. Bir de ütopyacılıklarından söz eder onların. Bu düşünsel -şiirsel değil- bir ütopyacılıktır ama şiirin bütün ele gelmezliğini, düşünceyi tutunumsuz bırakmak, onu yaşamsal iş görmezliğe mahkum etmek için kullanırlar:  “Nietszche, Heidegger ve Foucault’ın ütopyacılıklarının –tanımı gereği- gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı gibi, tarif edilmesi bile mümkün değildir. Bu bir, hakkında konuşulamayandır. Ya da hiçbir zaman onunla bağ kuramayacağımız için etrafında durmaksızın konuşmamız gereken bir şeydir. (sf. 298)” 

Bunlardaki ortak özellik çıkışsızlıktır. Basite kaçmış olmazsam, aydınlanma devrimini ele geçirerek önce kolonyal emperyalizme sonra da küresel neoliberalizme dönüşen reel politik siyaset ve işlevsel bilimin ‘geri tepmesi’ felsefe ile sanatın estetizm içinde harmanlandığı bir ücraya çekilme hali yaratmıştır entelektüel dünyada. Bu hal genelde sanata, özelde şiire yaşaması ve formunu dönüştürmesi için eskiden farklı ve özerk bir alan açtı kuşkusuz. Ancak çoktandır bu deney miadını doldurdu. Tarihsel-protest geri çekilişini yitiren bu estetizmin bir kanalı büyük parasal desteklerle gerçekleşen enstallasyonlar üstünden, kerameti kendinden menkul milyon dolarlık tablolarla sisteme eklemlendi. Şiirin bütün imkanlarını sömüren sözlü, yazılı ve görsel reklam dili de öyle… Buraya katılmayarak ücrada kalmayı tercih etmek bir masumiyet sağlasa da (bu tartışılabilir) çıkışsızlığın ve tekrarın bıkkınlığını sunuyor bize en çok. Sanat, şiir; kendi ücrasından çıkmalıdır.

Şu var ki; şiirin sözlüğündeki sorumluluk ile siyasetin ve inancın dilindeki sorumluluk hem anlam hem söz ve eyleme dökmek bakımından her zaman birbirinin karşıtı olması gerekmese de çoğunlukla farklıdır. 

Sanatta; siyaset ve inançtan çok başka bir şekilde dert edindiğimiz, felsefeden öte bir yerden sorguladığımız, bilmekle yetinemediğimiz ya da doyamadığımız, bu yüzden, eskiden esinler taşısa da her durumda yeni güzellikler vaat eden bir dil ve biliş olanağı saklıdır. Şairin sorumluluğu bu dili aramaktır. Bu bireysel olduğu kadar kamusal kamusal bir sorumluluktur. 

Böyle diyorsunuz ama şiirin öteki bilme biçimlerinden özerkliğini savundukça kendine kapandığı, kamusal ve toplumsal sorumluluktan uzaklaştığı da söylenemez mi? Aksine, öteki bilinç biçimleriyle daha etkileşimli olması gerekmez mi şiirin?

Ücrada olanın özerkliği savunusunu anlamak, kavramak kolay, çünkü ücraya çağırıyor. Benim söylediğim özerklik öteki bilme biçimleriyle yan yana iç içe etkileşimli bir özerklik. Bilme biçimleri birbirinin yerine geçmeden, etkileşim içinde algı kapılarımızı genişletir, eylemliliğimizi zenginleştirir, etkinleştirir. Şair ücrasından, sürüldüğü ya da kendinin terk ettiği agorasına geri dönmelidir. 

Dönebilir mi peki? Yani, şiirin şiir dışı ve içi nedenlerle artık kamusal alandan çıkıp özel alana çekildiği, böyle olunca da değerinin demeyelim ama toplumsal etkinliğinin azaldığını söylemek zor değil… 

Dönenler var. Daha belirgin kılmak gerek bunu. Buna tek başına şiirin gücü yeter mi? Şiir bunu başarsa bile karşılığını bugün bulur mu? Bunlar üstünde daha uzun konuşulacak alanlar. 

Bir Cümle Olmaya Geldim adlı son şiir kitabınızın arka kapak tanıtımında şiirinizin genel olarak bir uygarlık ve benlik arayışı olarak görülebileceği söyleniyor. Bu konuda ne dersiniz?

Şair için yazmak bir habitus oluşturma çabasıdır diyebilirim. Bunun için sonsuz zamanı ve uçsuz bucaksız mekânı kendimize özgü bir görecelikten duyumsar, deneyimleriz; bu sırada göreceliğimizi farklı bir algı kapısı olarak inşa eder, insanın kendini anlamasının ve gerçekleştirmesinin yollarını çoğaltmış oluruz. Tanığı ya da sahibi olduğumuz bir zaman aralığı ve yaşam mekânı oluştururuz yazma ve eseri yeniden yaratmak anlamına gelen nitelikli okuma yoluyla. Ve bu süreç durmaz. Zamanı ve mekânı yaratmakla kalmaz genişletir, daraltır, hızlandır, yavaşlatır; yani değiştiririz. Bu eylemlilik; ürettiği varlık, bilgi, deneyim ve bunların dile geliş formlarındaki karmaşık bütünlüklere atıfla, kültürü oluşturur. Uygarlıksa, kültürlerin bir araya gelip bir veya birkaç üst ya da görece daha kavrayıcı kültüre dönüşmesi halidir. Bu yüzden biz şairler bir uygarlık arayıcısı ve ararken de oluşturucusuyuzdur.

BİR CÜMLE OLMAYA GELDİM KİTABI ÜZERİNE KONUŞMA

YAŞASIN HAYAT, YAŞASIN ŞİİR!

Bir Cümle Olmaya Geldim adlı dördüncü kitabımın ilk dört bölümündeki şiirler; Madrid, Toledo Lizbon, Cascais; Kazablanka, Rabat  şehirlerinde geçirilmiş sayılı günlerin notlarından oluşur. Sık sık anti-turiste dönüşen sıradan bir Türk turistin yol ya da yön (oryantasyon) izlenimleri diyebiliriz bunlara. 

Tarih boyunca birbiriyle savaşmış, belki hala birbirini rakip sayan uygarlıkların, bunu cesaretle hatırlamak ve sırf bu özellikleri nedeniyle bile, yeni zamanlarda gövdelenecek yeni bir yakınlığın tarafları olabileceklerini ummak diplomatça dile getirilen cümlelerden daha içten ve bu yüzden daha ikna edici olabilmelidir. 

Bunun için evrensel şiir dili en uygun dillerden biridir. Bu eylem, siyasi-diplomatik diskura şairane bir destek olarak anlaşılmamalıdır. Aksine, şiirin ona gösterilen oyun alanında hiç oynamadığını, fakat her yerde kendisi olarak var olmaya yeltendiğini bir gezinti hafifliği içinde deneyimlemeyi önermektedir bu şiirler. 

Flemenko ve Fado bölümlerinde; anılan İber kentlerinde yazılmış kısa şiirlerin, hatta bazen epigramların ardından bir Uzun Hava denemesi ile karşılaşacak olan okur, bu sıralamadan yola çıkarak bile bu gezintilerde aranan şey hakkında bazı ip uçları edinebilir: Bu kitap da, bundan önceki kitaplarım gibi, şiir yazma eylemini; insanın (Ya da benliğin) varlık alanını genişleterek, oryantasyonunu güçlendirmek olarak hayata geçirmeye çalışır. Örneğin, Toledo kentinin bir turist ve gezgine farklı şeyler söyleyebileceği gerçeği apaçıkken; bu benzersiz şehrin “ laik, kültürel-müslüman bir Türk”te çağrıştıracağı düş ve düşünce kapılarının şiirimizde neden bu güne kadar yeterince fark edilir ölçüde yer almadığını sormak -hesap sormayı kast etmiyorum- bu şiirleri okurken aklımıza gelen şeyler arasında yer alabilir umuduyla da yazılmıştır. 

“Öteki”yle kıyaslandıkça ayrışan ve çatışan bir dünyadan, karşılaştıkça benzersizleşen ve kucaklaşılan bir dünyaya doğru uzun bir yolculuğumuz var, ya da olmalı. Sanatçılar olarak, diplomasi ya da kurulu düzenci ekonomi-politikanın bu konuda söylediklerinin içtenliksiz olduğundan şüphe etmek için gereğinden fazla nedenlerimiz var. Bu nedenle, fetihlere bağlı olarak birinden ötekine dönüşen kilise ile mescidin rakip ibadet mekanları olarak algılanmaktan daha farklı, daha güzel yazılacak ortak öyküleri ve şiirleri olmalıdır düşüncesindeyim. Bana öyle geliyor ki, oryantalist olanlar yalnız bize batıdan bakanlar değil; onların geç taklitleri olan bizler de kendimize bakarken yer yer ve fena halede oryantalist olabiliyoruz. Bu büyük gözaltında, bakılanın (doğulunun) bakana (batılıya) dönüşmesi gerçeğine işaret ediyor mu bu şiirler diye sormakla yetinmek isterim burada. 

Uzun Hava’dan sonraki bölüm, Kuzey Afrika’da yer alan Rabat ve Kazablanka’da yazılmışlardır.  “Yaleyl” bölüm başlığı altında toplanan bu az sayıdaki şiir; yazarının, bu defa başka bir coğrafyada, İber kentlerinde yaptığına benzer şekilde, kültürel coğrafya ile bağlantılı izleri bulma, anlama ve bağlama hamlelerini içer. Aynılığı seyrelterek, genişleterek, başkalaştırarak; başkalığı benzeştirerek, birleştirerek, geniş topraklarda yumuşak geçişlerle hükmeden çok yüzlü bir büyük iklimin peşinde olur. Çokça Lorca çevirilerinden, bir grotesk şiirle Yahya Kemal’den biraz duyumsadığımız Endülüs’ün, şiirimizin ilerici-toplumcu yakasında, tadımlık da olsa anlatıcısı pek yoktur. Ben, çıtayı hiç yükseltmeden, buna değinip geçtim diyebilirim. Hem bir turist gibi hem de bir turist değil gibi… Ama yine de yazdıklarım bu konularda dikkatli ve duyarlı olanlar için alçak gönüllü armağanlar niyetiyledir.

Şiirlerin astarında ya da fonunda yer alan “taşra-kıyı”, ömrün bir aşamasını da mecazlıyor dersek sanki yanlış olmaz. İnsanın daha dingin, daha yalın ve biraz acımsı olsa da gülümsemeye daha yakın olduğu orta yaşlarda kaleme alınmıştır bu şiirler. Bir gezinti hafifliğiyle, konuşur gibi yazılmış notlarla, kederli de olsa iyimserliğin zamansızlığına çağırmayı dener okurunu. Kapıyı aralayıp, girmek elbette ona kalmıştır. Gündelik bir duygunun üslubuyla başlayan söyleşinin, başladığı yerden vaz geçmeden başka yerlere varması denenmiş, yazma eyleminde egemen olan “post facto”nun “de facto”ya mutlak üstünlüğüne teslim olunmamıştır. Böylece cazla, doğaçlamayla bir yakınlık oluşmuştur. Sanatın mimetik ve lirik eski zamanları ile bağını bütün bütüne koparmamıştır.

Evet, bir gezinti eylemi, alışıldık bir yaşanmışlık vardır bu şiirlerde. Bu bakımdan varlığını daha çok yaşamsallığı koruma gayretine borçlu olduğu da söylenebilir. Gezi ya da seyahat eyleminin, Aristippus’çu, dolayısıyla, zamanımızda yoğun bir şekilde alışverişe, tüketime konu olan hedonist, ‘hazcı’ bir eyleme dönüşmüş turizm halinden Aristoteles’çi, ödemonik (eudaimonic), yani insanın tüketim öncesi veya ötesi gerçek ‘iyi olma’ halini ortaya çıkaran, onu, erdemle ilişkili gerçek insani potansiyelin ortaya çıkartılmasına yönelten halini yoklamaya irili ufaklı hamlelerdir bunlar. Bu sözlerin, bir başka kanaldan dinleyene,  şiirin ne işe yaradığına dair ip uçları da verebileceğini umarım.

Ayrıca şiirler, ironiyle bağını kesmeyen bir kederin dayanıklılıkla ilişkisini de dışa vurmayı dener diyebilmeliyim. Aşırı kırgınlığın insanı lirik bir tekrara götürmesi ve yaşamsallıktan koparması olasıdır. Duyarlığın kırılganlık kadar dirilik de sunduğu inancındayım ben. Yeter ki şiiri mümkün kılan bir kıvam yakalanmış olsun. Nesnellikle; farkında, ayarında bir uzaklık sanat için gereklidir. Gereğinde, yaşantıya ilişkin ihtiyatlı bir yabancılaştırma eylemi, içtenlikli bir yakınlaşmayı  küçümsemiş olmaz. 

Lizbon’un okyanus kıyılarında gezinirken karalanmış bir dizi kısa-hafif şiirin ardından okunacak Uzun Hava, umarım bu sözleri destekler niteliktedir. Bu uzunca şiir; birçok fragmanı, birbirine bir taksim geçişliği ile akıtarak ya da nakarat halkası ile ulayarak, bir doğaçlama, bir caz deneyimi sunmayı ister. 

Bu kitapta da bundan önceki üç kitabımda olduğu gibi esas olarak mekânın ve zamanın tonunu belirlediği bir beniği -yerine göre de kimliği- sorgulama, bulma, çoğaltma, zenginleştirme eylemi ile karşı karşıya olduğumuzu yineleyeceğim. Buna, pusulası şiir ya da onun temsil ettikleri olan bir oryantasyon ya da re-oryantasyon çabasıdır diyebiliriz. 

Uzun Gölge ve Gezinti adlı bölümlerdeki şiirlerle; döndüğüm yerde, evimde, ülkemde sürdürüyorum bu arayışı. Ya da döneceğim yeri, evimi, yurdumu arıyorum. Müzelerde, ören yerlerinde, ilk gençliğimin ayak izlerinde, konakladığım evlerde ve oluşturduğum bahçelerde… Kitabın bu kısımlarının bize benzeyen ülkelerden bize doğru yoğunlaşan bir kültürel coğrafya reoryantasyonu olması, andığım nedenler dışında, ülkemizde yaşadığımız yıllarda egemen olmuş bir poetikadan uzaklaşma ya da onu tazeleme kaygısından da ileri geliyor: Şiirimizde mekândan ve zamandan uzaklaşma, dolayısıyla bir yönsüzlük seziyorum… Sık sık oryantasyondan söz edişim bundan.

Dünya ile, çevre ile, insan ile ilişkimizde ‘algılayan’ olarak elbette daima biz varız. Ama biz varsak, tanımı gereği algımız ve etkileşimimiz dışında kalan kendisi için olmayı sürdüren bir gerçeklik de var. Zaten bunun için şiir yazıyoruz; onunla etkileşim deneyimimizin ele geçiremediği yanları -deşifre etme değil de- yakalamak, anlamlandırmak, onlara sızmak, onları duyumsama ve sezinleme alanımıza dahil etmek için yazıyoruz. Bu eylemin salt duyumcu ya da katı bilgisel bir işgal eylemi olmaması gerekir. Nesnellik, insanın onunla olan etkileşim biçimlerine, olanaklarına indirgenemeyecek bir şeydir. Onun ‘şey’liğine, adlandırılmamış yanına, mutlak olarak erişemeyeceğimiz kendi gerçeğine de sürekli saygı duyarak yazmalıyız. Buna gizem deyip geçemeyiz. Ya da gizem deyip onu mistik bir belirsizliğe -sözüm ona- yüceltmekle yetinemeyiz. Böylece, yazmadıklarımızla, yazamadıklarımızla da şair olduğumuzun bilincine varabiliriz. Aslında şairin değerli okura armağan ettiği, o değerli okurdan genel, ortalama insana-okura geçmesi umut edilen, bu yazılamayanı duyumsayabilme erginliğidir. Bence bugün yazılan şiirin eleştirilecek yanlarından biri, okuruna bunu vermek yerine ona aşırı bir yazma, -ama nesnelliği ele geçirdiği, çözdüğü ve kendisini şüphesiz bir şekilde yerli yerine koyduğu aldatısını veren bir yazma- hevesi, cüreti ya da küstahlığı vermesidir. Şiir ortamımızdaki yaygın şairaneliğin tanısını bu açıdan bakarak da koyabiliriz. 

Nesnellikle, dünyayla, evrenle, insanlıkla ilişkimize; farkında olalım olmayalım, varlık nedenimiz ya da nedensizliğimiz, değerlerimiz ya da değer tanımazlığımız, bilgimiz ya da cehaletimiz, deneyimimiz ve acemiliğimiz damgasını vurur; bunların bizden önce deneyimlen(e)meyenini ya da anlatıl(a)mayanını birkaç cümleye indirgeyemesek de anlatmayı deneyen cümleler kurarız. Bu cümlelerin hepsini bir araya getirip okuduğumuzda intihar etmiyorsak, hayatımızda -bir yalan da yoksa- bir anlam var demektir. 

Bu bizim, yazdıklarımıza dair söylediğimizdir. Bir de bizim hakkımızda kurulan cümleler olacak. Ve genellikle bu cümlelerin sayısı az ve kısa olacak. O kısa cümle kim olduğumuzu ne yaptığımızı (ya da tersini) ortaya koyacak. O öyle bir cümle olacak ki, söylediklerinden çok söylemedikleriyle bizi anlatacak. Şairler olarak, çok yazsak da aslında; birçok şeyi duyumsatmasını, çağırmasını ve damıtmasını umduğumuz fakat henüz ortada olmayan ‘bir cümle’ olmaya geliriz okuryazarın huzura. Kitabımızın adı bu yüzden seçilmiştir. 

Sanatçılar ya da sanat akımları; egemen hale gelmiş, neredeyse kalıplaşmış anlam kategorilerinin ve sistemlerinin (ideolojilerin, paradigmaların, mentalitelerin) bulucuları ve kurucuları oldukları kadar bulunanların daha sonraki izleyicileri (müritleri) de olabilirler. Ne ki, anlamlandırma kategorileri eskidikçe onlarla ilişkili sanat da eskir; yaşarken bunu çok azımız fark ederiz. Oysa zaman ve kuşaklar bu konuyu belirginleştirdiğinde, yeni zamandakiler bu eski durumda asılı kalanların yazdıklarına kisch diyecektir. 

Hızlı Değişim zamanlarında yaşayanlardan pek azı  ‘kitsch’olmaktan kurtulur. Bu yüzden etrafımızla (siz buna hayat ya da daha teorik bir ifadeyle nesnellik diyebilirsiniz) olan ilişkimize yeni dolayımlar bulmak şair için kesintisiz bir uğraş olmalıdır. Hiç değilse bazen, çevreye ilişkin algı kapılarımızın önünü süpürmek, merceklerimizi temizlemek gerekiyor. Şairlerin sık sık ‘asıl’a, başlangıçtaki manzaralara döneme istekleri, restorasyonlar, bundan ileri gelir. Etrafımızla ilişkimiz bir boyama, kirletme, arındırma ve yeniden boyama ve yeniden anlamlandırma ilişkisine dönüşebiliyor sanat açısından baktığımızda. 

Bir Cümle Olmaya Geldim; zaman, doğa, kültürel coğrafya, uygarlık, kent ve insan ömrünün sadeliği üstünden (Tunç Ayna’daki gibi gerilere gitmeden) ileriye doğru insani bir yolculuğa ilişkin yarayışlı, yaşamsal kerterizler almayı dener; antik, ortaçağ ve modern kentlerden, eski ve yeni bahçelerden, dile gelme kapasitesi olan eşyalardan, durduğu yere, edindiği hacme göre dayanılmaz şiirsel olan nesnelerden… Bunu yaparken bazen yazılanlar, şiir ve şair üzerine şiirlere de dönüşür: Hipotez, Şiir Kirli, Çığır, Tas, Sacayağı, Virane Olsun Diye, Şairler, Bir Cümle Olmaya Geldim, Kusurlu Şiir gibi… 

Bu kitapta da şiir yazma maceramın ana ekseninde -estetik-şiirsel bir habitus oluşturma ya da onun keşfi yönünde- ilerlendiğini söyleyebilirim. Gündelik hayatın (en gündelik olmayanı da gündeliktir hayatın!), orada öne çıkan ayrıntıların, önemsiz tekrarların, esin verici olsalar bile insanda mecal bırakmayan deneyimlerin, sanat yerine yorgunluklar ve yoğunluklarla boğduğu oluyor insanı… Yine de şairden/şiirden beklenen yaşantının yinelenmesi ve basit eğretilemesi değil; ona ilişkin ama ondan farklı bir estetik- yazınsal yeniden yaratımdır. Bu bağlamda şaire, şiirlerinin düz anlamıyla hayata karşılık gelip gelmediği sorusu da anlamını yitirebilecektir; çünkü şair için şiirin hayata düz anlamda değil, şiir hizasından karşılık gelmesi esastır. Bu da bir bakıma yaşanmakta olan, ya da yaşanmış olan hayatın başka bir şey olarak yeniden doğrulmasıdır (reinkarnasyondur). Ama aslı olmasaydı reinkarnasyonu olmazdı. 

Yaşasın hayat, yaşasın şiir!