FERRUH TUNÇ’LA SÖYLEŞİ
Müslim Çelik
Seni şiirin 2.Yeniyle toplumcu gerçekçilik arasında bir yerden filizlenmiş gibi görünüyor, bunu birkaç betik daha yayınlandıktan sonra daha belirgin olarak almak isterim…
Toplumcu şiir deyince, ikinci yeni gibi, garip şiiri gibi, bir kuşakla, bir dönemle, ya da başka görece köşeli bir poetikayla sınırlayabileceğimiz bir şiiri kastetmemiz zor düşüncesindeyim. Modern şirimizin her döneminde farklı yoğunlukta yer almış bir tutumdur toplumcu şiir.
Zamana ve şaire göre farklı yoğunlukta olan anlatımcı özellikler gösterdiği; şiirin bütünselliği ve anlaşılabilirliğini dize, imge gibi birimler lehine kolay feda edememesi; yoksul, ezilen sınıflar ve mazlum halklar yakasında olması; yurtsever enternasyonalist, hümanist bir romantizmin sözcüsü olması, ortak özellikleri arasında sayılabilir. Toplumcu gerçekçi şiir ise onun, dünyadaki sosyalist gerçekçi akımla daha senkronize olma çabasında olduğu bir dönemini yansıtır.
Ağır siyasal baskılar yüzünden kenarda kaldığı zamanlar olsa da kendi soyundan olmayan şiir akım ve eğilimleri ile hep geçişli bir ilişkisi olmuştur toplumcu şiirin. Örneğin, 12 Mart’a doğru yükselen toplumsal ruha koşut olarak baktığımızda, seksenlere kadar süren ve toplumcu şiirin/duyarlığın eksen olduğu bir bütünleşme (konsolidasyon) yaşandığı söylenebilir farklı şiir akımları arasında : İkinci Yeni ile şiirimizin Toplumcu damarı bu dönemde çok canlı, verimli, nitelikli bir etkileşim içinde olmuştur. Sonrası Kalır, Toplandılar, Devlet ve Tabiat, Beni Öp Sonra Doğur Beni kitaplarını anımsarsak; bunlar, akademik olarak ikinci yeni müktesabatı içinde gösterilebilirler ilk planda ama, bana sorarsanız, sözünü ettiğim bütünleşmenin daha çok ikinci yeni kaynaklı olan tipik örnekleridir. Bunun toplumcu gerçekçi yakadan örnekleri de vardır doğallıkla. Ataol Behramoğlu, İsmet Özel gibi 60 kuşağı toplumcusu olarak kategorize edilmiş olan şairlerin aynı dönem kitaplarına baktığımızda da bu konsolidasyonu görebilmemiz mümkündür. Öyle ki; bu şairlerin bu dönem kitapları, söz gelimi 40 toplumcularından Ömer Faruk Toprak şiirine estetik olarak ikinci yeni şirinden daha uzaktır. Ancak, seksenlere kadar geçen sürede, bir yandan her iki yakadaki kurucu şairlerin kendilerini akımlarının ötesine taşıyan bireysel hamleleriyle, diğer yandan ise, onları ortaya çıkaran toplumsal kültürün değişmesiyle akımlarla birlikte sözünü ettiğimiz konsolidasyonun giderek solduğunu, hatta seksen miladıyla da sona erdiğini söyleyebilirim. Bana sorarsanız, bu aynı zamanda, ikinci yeninin ve 60 kuşağı toplumcularının son modern akımlar olarak şiir tarihimizdeki dinamik hayatlarının son bulmasıdır. Bundan sonra hem ikinci yeni, hem 60 kuşağı toplumcularının kendileri ile anılan akımlarla bir soyağacı ilişkisi hep vardır, böyle de anılacaklardır, fakat yazdıkları şiirlerin bu kategorilerin mutlak devamı olmadığını, hatta oldukça farklılaştıklarını rahatlıkla izleyebiliriz. Denilebilir ki; ikinci yeni ve 60 toplumcuları (70 kuşağından bir kaç şairi de bu bireşime eklemek gerekir) galiba şiirimizin Haşim ve Yahya Kemal’le başlayan modernleşme yolculuğunun birer akım olarak şimdilik son duraklarıdır.
80 sonrasında ise, ilginç bir dönem vardır. Yaygın olan şiiri dikkate aldığımızda, “neo-ikinci yeni” dönemi diyebileceğimiz bu dönemde, tuhaf bir şekilde, şiirimiz ikinci yeni şiirinin toplumcu gerçekçi şiirle konsolide olarak kendisini aştığı yerin gerisine iltica etmiştir. Deyim uygunsa “retro” bir şiir yazılmıştır. Önemli ölçüde “kendiliğinden” (“kendisi için” değil) olması yüzünden, bir süre samimi de olan bu “yeniden keşif” için, seksen miladı ile hazırlıksız karşılaşmış bir kuşağın, şiirin ‘ana hattı ile kendisini irtibatlandırma gayretiydi denilebilir. Ama, ikinci yeni ve toplumcu şiirin diri ayrı tarihsel akışında kendilerine yer bulamadığı gibi, bu ikisinin konsolidasyonuna da sızamamış hatırı sayılır bir seksenli, kalabalık şiir heveslileri ve bazı kolaycı şiir eleştirmenlerinin de yüklenmesiyle, ikinci yeni şiiirinin seyreltilerek çoğaltılmasına yönelmiş, adına “neo ikinci” yeni veya “üçüncü yeni” diyebileceğimiz bir şiir deltasına hep birlikte yayılmışlardır. Tarihsel olarak ikinci yeni-toplumcu şiir buluşmasının (ikinci yeninin kendisini toplumcu şiirle melezleyerek dönüştürdüğü yerin) gerisinde olan bu şiir, şiirimizin o her dönemine bir şekilde sızan toplumcu geleneğin tasfiyesi için isteyerek veya istemeyerek çalışmış gibidir. Şiir, yeni bir akım oldukları vehmine kapılan azımsanamayacak sayıdaki bir grup seksenli şairde söz hünerine, imge ve jest bağnazlığına, mistik-mutlak hedonizme, suya sabuna dokunmamaya, bozdur bozdur harca ikinci yeniciliğine dönüşmüştür. İlginçtir, bu kesim tarafınan şiirdeki belirgin bir toplumcu tutum çok kolaylıkla küçümsenebilirken (“Slogancı” yaygın etiketlerden biridir, diğeri; “şiir bu değil!” deyip kesip atmaktır.), ikinci yeni şiirinin öteki çoğaltımı olmaktan hiç öteye geçememiş (Karakoç üstünden ikinci yeni şiirine teolojik semboller serpiştirirler) neo-islamist şiir mihraklarıyla oportunist bir etkileşim gayretinde olmuşlardır.
Şimdi, soruna bütün bunların ışığında şöyle cevap verebilirim: Şiirimizin böyle bir konsolidasyonu yaşadığına işaret ettiğim 60-80 arası dönemde lise ve üniversite öğrencisi olduğum dikkate alındığında, bu iki akım arasında bir yerden filizlenen bir şiire sahip olmam doğal olandır. İkinci yeni, kendisini paha biçilmez kılan ikinci aşamasını yetmişli yıllar civarında doruğa çıkan toplumcu şiirle sentezlenerek ortaya koymuştur. Doruğa ulaştığı yılların ardından giderek solan bu sentez, 1980’lerde ömrünü tamamlamıştır. Kırklardan sonra belirgin bir şekilde şiir tarihimize damgasını vuran toplumcu akımlar da altmış toplumcularının kaldıracıyla ikinci yeni ile sentezlendikten sonra seksenlerde dinamizmini yitirmiştir. Bu ikisi, modern şiirimizin şimdilik son önemli iki akımıdır. Seksen sonrasında, zamanı yakalayamamış, “retro” bir ikinci yeni şiiri, uzun yıllar şiiir oratamına hakim olmuştur. Bu sırada, yazarak veya susarak; fakat varlığını tarihsel olarak toplumcu şiir ve ikinci yeni şiirinin muhteşem konsolidasyuna borçlu olduğunu unutmayan ve yeni zamanın şiirini asıl yenide, ileride arayanlar vardır. Onlardanız.
İlk betiğinde, New York Magazin örneği, önemli bir şiirin var. Ahmet Telli ondan “modernizme karşı eleştirel tutumunu ortaya koyan” diye söz ediyor. Bu savı nasıl değerlendiriyorsun? Modernizmin zimmetinden düşmek gibi bir tehlikeden kendini nasıl koruyabliyorsun?
Önce, ilk sorudaki izleğe sadık kalıp, Ahmet Telli’nin kendini/kuşağını olumlu anlamda inkâr ederek bir şahsiyet şiiri kurabilmiş en önemli 70 toplumcu şairi olduğu görüşümü dile getirmek isterim. Bana öyle gelir ki; “70 toplumculuğu” onu ve şiirini anlamakta nispi değeri çok yüksek olmayan bir mahreç bilgisinden ibarettir. Başarabilirsem benim de kuşağımla ilgili yapmak istediğim budur. Kuşağınıza ve kendinize yapabileceğiniz en büyük iyilik, onu olumlu olarak inkâr etmenizdir.
New York Magazin şiiri, modernizme siyaseten ileriden bakan (modrnizmi geride bulan) birinin şiiridir. Nitekim şiir; “İleri”, “geri”, “modern”, “geleneksel” gibi siyasetbilim/toplumbilim kavramlarıyla analiz edildiğinde (bu ne kadar gereklidir, doğrusu şüphem var) bunu inkâr etmez düşüncesindeyim. Şiirin/şairin içinde olduğu zamanı kavrarken, geçmişe yapılan anlamlı göndermeler üstünden ilerlemesi mümkün ve hatta gereklidir. Bu durum, onun zamanın gerisine düştüğü şeklinde yorumlanmamalıdır.
Burayı biraz açalım dilersen?
Estetik bir dışavurum olarak bir şiir (ya da bir kitap) “regresif” bir görünüme sahip olabilir. Bu, sanatın doğası gereğidir. Sanatın ana zemini, duyumsal birikimimiz, deneyimlerimiz; yani bir bakıma geçmişimiz olduğu için, bu kaçınılmaz bir olgudur. Eğer siyasi ilericiliği; toplumu ve bireyi henüz yeterince sahip olmadığı olanaklar, yenilikler ve yetkinliklere taşımak olarak tanımlayabilirsek, böyle bir etkinlik, hatırlamadan, hatırlatmadan olmaz. Ama unutulmamalıdır ki; hatırlama ve hatırlatma sanatta düz bir “regresyon”, ya da “zamandan düşme” değildir; daha çok bir “reinkarnasyon”dur; geçmişten esinlenirken, yarının kapılarını açan bir “yeniden doğuş” tur. Sanatla, hatırlarken, ileriye doğru düşleyebilir hale geliriz.
Ama yine de sanatın veya sanatçının çağından kopuşu söz konusu olabilir değil mi?
Gerçek sanat, siyaseten “regresif” olamaz, gerici olamaz görüşündeyim ben. O son çözümlemede, hep “progresif”tir; ileriye doğrudur, ilericidir. Eskiyi hatırlatırken, “yeni”yi düşleme kapasitemizi harekete geçiremeyen sanat, sahte bir sanattır. Elbette sanatçının, siyasal tutum olarak muhafazakâr, hatta gerici olması -sıradışı da olsa da- bir olgudur. Sanatsal yaratım sürecinin, pozitif bilimlerdeki gibi bir yasallığı olmayışından; yanılsamalara, dolayımlılıklara, rastlantılara açık olmasından ileri gelir bu. Eser, bizi çok yönlü ve yeni bir deneyimle buluştururken, yaratanını esinlendiği geçmişe sımsıkı bağlamış, bu eski dünyayı onda bir saplantıya dönüştürmüş olabilir. Ama ortada gerçek bir sanat eseri varsa, köpükler söndüğünde, zaman hükmünü verdiğinde, onun insanlara daha önce sahip olmadıkları “yeni”, “biricik” duyarlıklar sunduğu, böylece sanat pratiği bakımından “ilerici” olduğu mutlaka ortaya çıkacaktır. Sanat bilgisi ve sezgisi dahil edilmeden tarif edilmiş ya da edinilmiş bir siyasi kimlik, yılanın kabuğudur sanatçı için; sonunda soyunur ondan. Tanpınar’ın sanatı, ilericidir örneğin. Bu yüzden ben, “yeni”den söz etmeyi “ileri-geri” ikileminden söz etmeye tercih ederim; yeniden söz ederek, ileriden de söz etmiş oluruz. Yeni, zaman olarak ileridedir.
Modern olunca da mesele bitmiş olmuyor doğallıkla… Sen, yüzeysel bir “çağdaşlık”- “çağ dışılık” ikileminin ötesine geçilmesi gerektiğinin altını çiziyorsun anladığım kadarıyla…
Evet… Elbette, modernizmin gerisinden sanat eseri yaratılamaz. Sanat, modernizmin ürünüdür; ondan öncesi zanaattir. Ama modernde kalarak da sanat eseri yarartılamaz artık… Şimdilerde örneğin, pre-modern malzemeleri, modernizme regresif bir tepki bağlamında kullanan moderno islamist bir eklektisizmi gözlemleyebiliyoruz bir kesim şiirde. Benzeri bir durum neo-ikinci yeni şiirinde de var. Özü boşalmış bir ikinci yeni şiirine yaslanıyor olmaları, yapıntı Hilmi Yavuz şiirine gereğinden çok değer veriyor olmaları, modern şiirimizin ilk arayış referansları olan Yahya Kemal ve Haşim şiirine anokronik bir muhabbetle bağlı olmaları bu ikisinin ortak özelliklerinden. Sonuç ama, benzer: Dekoratif, naif, ‘kitch’ bir yol bu… Öte yandan, kurumsallaşmış bir siyasi dil ve eylem, bir “politically correct” dünyası, zarar verecek ölçüde şiirimizi sarmış durumdadır. Örneğin, modernizmin artık dönüştüğü günümüzde, ona geride kalmış, otantik haliyle tutunmanın da siyasi bir tutuculuk olduğu, kolayca unutulabiliyor ve bu tutuculuk, ilericilik kisvesi altında siyasete olduğu gibi sanata da hâkim olma gayretinde olabiliyor.
Bunu açar mıyız biraz?
Çağdaş-postmodern dönemde, modernizmin ilk “monokrom” hali artık söz konusu değil. Bu çağda, bilme biçimleri, uygarlık tasarımları, siyasal görüşler, modernizmin neredeyse arama çizgileri olmadan çizilmiş gibi görünen güçlü doğuş resmini, yer yer anakronik, yer yer de ilerici- devrimci bir deneysellikle yeni arama çizgileri ekleyerek değiştirmekle ya da arama çizgilerinin aslında hep orada olduğunu (bakmakta olduğumuz resmin göremediğimiz yanlarını) bize gösermekle meşgul. Her durumda, arama çizgilerinin nirengisi olan klasik modernizmi, keskin çizgilerinden tanıyoruz; ama arayıcılarının ne yaptıklarını ne söylemek istediklerini, onların resimleri belirginleşmeden nasıl bileceğiz? Anokranik olanı, regresif olandan, onu ise, özgürlükçü insancıllığın devamı bir sıçramadan nasıl ayırt edeceğiz? Yoksa ayırt etme çabasına hiç girmemeli miyiz? Muhatabımızın, zamanın gerisinden (ya da gerisine doğru) konuştuğu izlenimimize fazlasıyla güvenip “Güzel bir resmimiz vardı, bozuyorsunuz!” demekle mi yetineceğiz? Cevaplarımızın, ülkemizde Tanzimat’tan bu yana modernizmle regresif bir hesaplaşmanın var oluşundan, bu hesaplaşmanın doğru yakasında (modernizm ve aydınlanmanın) olmamızdan olumsuz bir şekilde etkilenmemesi gerekiyor. Tarihimizdeki modernist, aydınlanmacı, ilerici-devrimcilikle pre- modern, gerici-irtica arasındaki bir yere kadarki başat kavganın bir yerden sonra (modernizmin post modernizme evrildiği yerde) nitelik değiştirmiş olabileceğine dair şüphe duymamızın, geç değilse, değersiz olmayacağını düşünüyorum. Pre-modern-modern karşıtlığı eklektik ve paradoksal bir şekilde modernleşmiş, entellektüel olarak modernizmin ana karasında üretilmiş post modern- modern karşıtı entellektüel paradigmalardan yararlanarak konumunu yeniden tahkim edebilir ve muhafazakar bir çağdaşlığa evrildiği izlenimi verebilirken (Bunun bir olgudan çok pragmatik bir görüngü olduğuna inanmamız için yeterli nedenlerimiz var.) çağdaşlığın tarihi bayraktarı ilerici-devrimci hat, otantik modernizmde ısrar ederek arkaikleştiği izlenimi verebilmektedir (Bunun gerçeği yansıtmayan bir görüngü olduğuna dair yeterli nedenlerimiz var). Zaman modernizmi aştı. Bu dönemde, yüzü ileriye doğru görünenler mutlaka ilerici, geriye doğru görünenler de mutlaka gerici olmayabiliyor. Bunu da galiba, daha çok sanatçılar görüyor. Örneğin, Kundera’nın zarif ilhamıyla söylersek; statüko ileri doğru yer değiştiriyorsa, burada durmak, ya da geri gitmek, ilerlemekten daha ilerici bir konum olabiliyor. Bunu bizim entelektüel dünyamıza, bir savunma hali olarak değil, bir seçim hali olarak anlatabilmemiz gerekiyor. Aydınlanmacı, devrimci geleneğimizin misyonu, yer yer, yüzü geriye doğruymuş gibi izlenimi vermekten hiç korkmadan dünyayı yeniden aydınlatmak, yeniden değiştirmek olmalıdır, savunmak değil. Savunacağımız geride kalmış hiçbir cephe yoktur. Bunların hepsi, ileridedir. Tunç Ayna’yı, işte buradaki “yüzü geriye dönükmüş gibi” ifadesi bağlamında değerlendirebilirsin. Zamanı yeniden aşmak kararlılığı ile geriye doğru bakış, yerinde duruş, bir tahkimdir söz konusu olan. Çünkü; özellikle gecikerek modernleşmiş ülkelerde, post modern dönem, paradoksal bir dile getirişle, sınırlı da olsa regresif bir aydınlanma olanağı da sunabiliyor. Yani, koşarak geçtiğimiz yerlere, geriye doğru bir gezinti, bu bir regresyon değilse, çünkü olabilir, aslında modernleşmenin tahkimi, tamamlanması, kökleşmesi, bize özgü kılınması, aşılması, uygarlıkların ileriye doğru konsolidasyonu da diyebileceğimiz değerli bir olanağı sunabilir.
Nedir bu “regresif aydınlanma” dediğin?
Uçurum tadıdır. Biraz daha ilerlerseniz düşer, ölürsünüz. Ama ucuna kadar gelip aşağıya doğru bakmadıysanız yükseklik duygunuz eksik kalacaktır hep… Regresif aydınlanma; bir çocuğun mezarlıktan geçme ürpertisine de benzer… Geriye, canlı hayata dönebilme güveni verir mezarlıktaki gezintiler. Böylece, hayatta daha da ilerleriz. Geriye dönmekten korktuğumuz için ilerici değiliz biz. Ölümden korktuğumuz için de sarılmıyoruz hayata… Geride bıraktıklarımızı yanımıza alabilecek genişlikte, güçteyiz; fakat zamanın önünde olma geleneğine de sıkı sıkı bağlıyız demek istiyorum.
Böylece; modernizm, ileriye doğru zimmetinden düşülmesi gerekecek denli eskimiştir kanısındayım. Zamanı yakalamış gibi görünen siyasal gericiliğin karşısına, artık geldiğimiz yerin çok gerisinde kalmış barikatlara dönerek cevap veremeyiz düşüncesindeyim. Bu yapılırsa, aslında bir anomali olan gericiliğe istemeden de olsa hayatiyet katılmış, modern yürüyüşün kazanımlarına -onları bir nostaljiye dönüştürerek- yazık etmiş oluruz.
Modernist şiir, devrini tamamlamıştır. Artık, -onun olumlu inkârı yoluyla- modern sonrasına evrilen zamanın yeni sanatını konuşmayı, üretmeyi deneyebiliriz. Burada olumlu inkâr dememe neden, sanat eserinin biricikliği gibi modern edinimlerin modern ötesinde hayatiyetini koruması gereğidir. Modernizimi aşma illizyonu çoğu sanatçıyı da sahte sanata ve siyasal gericiliğe götürmüştür, bundan söz etmiyorum. Elbette, modernin zimmetinden düşerek yolumuzu “anonim”de de sonlandırmayacağız. Ama bakın çevrenize lütfen, bu miyadı dolmuş modernizmde ısrar ederek az mı anonim sanat yapılıyor?
Karşı bir dil oluştururken, özgün bir söyleme ulaşabileceğini daha yolun başlarında düşündün mü hiç?
Karşı dil meselesini de bir önceki sorudaki “modern anonim” lik paradoksu ile ilgi kurarak cevaplamayı deneyebilirim. Bu paradoksal “modern anonimliğe” baştan itibaren katılmadığımı düşünüyorum. Yolculuğum, dil üstünden değil hep duyarlık üstünden oldu. Bu belki benim toplumcu gelenekle bağımın doğrulanma noktalarından biridir. Duyarlığın özgünlüğüne bağlı olarak dil de özgün olabilir buna göre. Şair dil cambazı değildir. Hayatsız bir dil peşinde olanlarla hayatı ıskalayan anonim bir duyarlığı sürdürenlerin dışında kalmak, sizi ister istemez karşı bir dille ilişkilendirecektir. Şiir sadece şiir içi kavramlarla dönüştürülemez; aksi bir durum, şiiri dinleştirmek, ondan bir teoloji yaratmak olur. Şiir dışından, ama şiiri yeterince kavrayan bir bakış ve duruş açısı edinmektir en önemli şey şair için. Böylece şiir dışının, şiirin temsil ettikleri lehine dönüşmesinin kapıları da açılmış olur. Hayat ve şiir emişir.
“Şiir geldi kelimeye dayandı!” Senin şiirin özellikle son betiğinde böyle bir yönsemede ilerliyor. Örneğin;
SÖYLENCE
Ihtı buhur:
Burasıdır yurdum!
Ben, geride kalan şiirsel akımlar karşısında biraz serinkanlıyım; bu nedenle, bir akımın şiire getirdiklerini vurgulayan bu türden savsözleri, tarihsellikleri içinde değerli ve anlamlı bulmayı yeğlerim. Bu söz, bugün hem olumlayacağım hem olumlamayacağım, aynı zamanda kayıtsız da kalabileceğim bir savsöz… Çok uzun şiirler, anlatımcı şiirler yazılabilir. Aksine bir sözcükle de bir şiir yazılabilir. Bu iki tür şiir, aynı zamanda bir şair tarafından da yazılabilir. “Söz geldi kelimeye dayandı”, zamanında anlamlı, zamanından koparamadıkça da daima anlamlı bir söz. Biz şimdi bu ve benzeri sözleri, onları var eden gerilimleri içinde anlamalı ama o zamanda kalmış bir gerilimin de mutlaka bir tarafı olmak gayreti içinde olmamalıyız diye düşünüyorum. Oradan hem zaman hem deneyim bakımından uzak olduğumuza göre, bugün ve yarın çatlatacağımız yumurtaları ısıtmalıyız.
Birkaç yıl önceydi, orta toroslarda gezinirken Sarıkeçili yörüklerine rastladım. “Ihtı” sözünü orada duydum ilk kez. Hala gezginci, konar göçer halde yaşıyorlardı. “Ulu Ihtı” diye bir köye de rastladım. Kervanın ulu kişisi devesini o yere çöktürmüş ilk olarak, sonra kutsanarak oraya yerleşenler olmuş. Kısacası bu bir sözcük, bölümce, yerel ekin ve duyarlığı içeriyor.
Kültüralizme düşmeden bir kültür şiiri yazmaya çalışıyorum. Nedeni; bireyliğimin, bizliğimizin, iç içe geçmiş kültürler içinde boy veriyor oluşunu kuvvetle hissediyor olmam. Kültürün yaşayan başat ögeleri kadar, unutulmuş ayrıntılarını da yeniden deneyimlenmeyi değerli görüyorum. Kültürün bir bileşeni kadar öteki bileşenini de hatırlanmaya değer buluyorum. Zamanı, mekânı, dolayısıyla benliğimizi salt bilgi ile kavrayamayacağımızı, alıntıladığınız şiirde dile getirmiş oluyor muyum? En azından deniyorum. Çoğunun okumadığı, azının okuyup anlamadığı bu şiirin yaşamsal karşılığını, hayatın içinde keşfediyor, bunu benimle paylaşıyorsun. Dolayısıyla şiirin yapıntı bir metin olmadığına, olamayacağına dair küçük de olsa bir kanıt elde ediyoruz. Bir şairin/şiirin anlaşılması biraz da budur. Anadolu’yu gezen, onu yaşayan okur Tunç Ayna’yı daha çok sevecektir kuşkusuz. Şimdi, şiiri sentetik bir ürün olarak gören ya da bilen birinin sözünü ettiğin şiiri anlaması mümkün mü?
Çok da umut eden şairlerden değilsin. Dahası bağlanmak istemiyorsun. Gelecek silikleşir, şiir erkenden eskir diye mi korkuyorsun?
Aslında umutlu biri olduğumu dile getirmek isterim. Hatta neye güvenerek bu denli umutlu olduğuma dair kendimi sorguladığım zamanlar oluyor! Garip bir şekilde, ülkeme, dünyaya, insanına, güveniyorum. Umutsuzluğu ele almanın, onu bazı şiirle işlemenin umutsuzluk yaymak olmadığı düşüncesindeyim. Aslında kof umuttan medet ummak, umutsuzluktur. Umudun dayanıklılığını artırmamız ise, umutsuzluğu cesurca ortaya koymayı, onunla hesaplaşmayı gerektirir. Şunu da eklemeliyim: Özellikle toplumcu gerçekçi şiir geleneğinde bazı kavramların estetik ve ideolojik boyutları birbirine sıkça karışabilmektedir. Birbirinden cam duvarlarla ayrılmıyor olsalar da, kavramların ideolojik ve estetik boyuları birbirinden farklıdır: Estetik boyut, umutsuz ol ki; umudun yeşersin diyebilir. Siyasal boyut, umutsuzluğu hoş görme riskini kolaylıkla almaz. Umutsuzluğu kaçınılacak bir şey değil, öncelikle anlaşılacak, duygudaş olunacak bir şey olarak ele alır estetik. Böylece, umutsuzluğun siyasal olarak reddinin gücü ve umudun siyasal ve yaşamsal olarak savunulma direnci –sanattan yeterince beslenilmiş ise- katlanarak artar. Bağlanmak konusunda da dilin siyasal halinde farklı, estetik halinde farklı cevaplar veririm. Siyasal halinde; evet, bağlanmak istemiyorum; çünkü her türden siyasetin, sanata saygı ile yaklaşmak yerine, yolun başında onu yedeklemeye çalıştığını gözlemledim, gözlemliyorum. Kendini hemen bir süper egoya dönüştürüyor siyaset, sanatçıda. Hayır, diyenler olsa da böyle bu… Ne yazık ki böyle… Oysa şiir yazarak reklam, propaganda ve vaaz diline karşı da direnmiş olurum. Şair olmak; müşteri, militan ya da talip olmamaktır bana sorarsan. Kimse tüketmesin, kimse militan olmasın, talip olmasın demiyorum elbette; olsun ama bırakın sanat da sizin su yolunuzu süsleyen bir yosun olmasın, kendi sorumluluğunu hakkıyla üslensin… Buna karşın, sanat bağlamında tarafım. Dilimiz sanatın dili kalarak; barışın, refahın, adaletin, özgürlüğün ve sürdürülebilir doğa düzeninin tarafı olmalıyız. Siyasal taraf oluşuyla belirginleşen şiir, siyasetle birlikte eskir, silikleşir söylediğin gibi; ama sanatsal taraf olma hali eskimez, aksine yıllanır.
Senin yaşantılarımızı içeren bir etik, estetik ve tersine lirizmin ardında olman, hangi düşünbilim kapı ve pencerelerini zorlar, hiç düşündün mü?
Modern öncesi mistik sanatların dinle ilişkisinde gördüğümüz etkileşim, şiirin modern döneminde felsefi akımlar ve ideolojilerle etkileşim olarak kendini gösterdi. Modern sonrasında ise, eklektiğe varan, melezleşen ama eskiye göre baskın karakterini yitiren bilme biçimleriyle kolay olmayan, kararsız bir ilişki içinde olduğunu görüyoruz şiirin. Bu zamandaki estetik dışı bilme biçimlerinin az sayıda ve baskın karakterli olmaması, sanattaki ana akımlar yokluğunun da önemli nedenlerinden biri görünüyor. O halde bu kararsız ilişkiyi yeni zamana özgü, modernizmden daha öte bir belirginliğe ulaştırma yükümlülüğümüz var. Varoluşçuluğu anlamak/anlatmak için yazılan/okunan romanlar çağını çoktan geçtik örneğin.
Bilim, din, ideoloji ve felsefenin yapabildiklerinden sonra yapılamamış kalanlarla ilgilenir sanat. Onlarla, onlardan önce veya onlardan sonra, onların başa çıkamayacağı, çıkamadığı alanlarda gezinir daha çok. Onlarla mutlaka uyum ya da çelişki içinde olmak zorunda hissetmez kendini; ama ilişki içinde, etkileşim içindedir. Çünkü bir güzelduyu olarak sanat, bilmenin her türlüsünün ona dönüşerek kendinden kurtulacağı bir üst düzlemi temsil eder. Felsefe de buna dahildir. Güzelliğe dönüşememiş, onun içinde kaybolmamış deneyimler sanatsızdır, hamdır, böylece henüz kendileri değildir. Kendimizi sanatla doğruladığımız yer; bildiklerimizin kendi içine sinip kaybolduğu, kavradıklarımızın kendi tuzunda eridiği, teolojik olanın bile insani bir yüceliğe erdiği yerdir. Bunu söyleyerek, sanatı dine, felsefeye, ideolojiye ikame etme çizgisinden daha yukarıda bir sanat felsefesine sahip olmamız gerektiğini dile getirmek istiyorum. Sanatı insanı tam insan yapan şey olarak gördüğümü dile getirmek isterim. Senin “tersine lirizm” diye sorduğun da, aşağıya çekilmiş, başka bilme biçimlerine yedeklenmiş duyumcu şairaneliği sarsmak, şiiri olması gerektiği yere yükseltmek için seçilmiş bir duruşun, tutumun dışavurumudur bende. Felsefe kavramlarla düşünür, sanat imajlarla denir. Fakat artık, kavramların bilimsel-felsefi karakterleri yanında estetik kararakterlerinin de öne çıktığı bir zamana eriştik. Bir bilgi teorisinden söz ettiğimiz kadar, bilme estetiğinden de söz edebiliriz artık. Belki de söz ediyorlardır. Cehaletim bağışlansın.
Bazı felsefi kavramlar, felsefi disiplininden kopup, gündelik hayatın bigisine katılabilirken, felsefi bir yasallığın doğrudan estetik/güzel bir doğumla ortaya çıkması da imkân dahilindedir. Bilme biçimleri de bağımsız kategoriler olmaktan çıkıp, birbirine daha geçişli hale geliyor, yerine göre melezleşiyorlarsa, şiir, felsefeyi içererek aşan yeni bir yetkinliğe soyunabilmelidir. Aksi halde zamanına göre arkaik kalacaktır. Eski kuşkuculuğuna, maniciliğine doğru geri gidecek, ya da üstümüze üstümüze gelen, duygulu tonda konuşan şu dijital barbarlığa teslim olacaktır. Hayır, varoluşçuluğu anlamak için okunan “roman”lardan söz etmiyorum. Bilime ve felsefeye hâkim birey, bilimsel yasallıklara, felsefi kavramlara varabilmekteki yetkinliğini estetik alana taşıyarak onun şimdiki duyumcu-dejenere halini yeni ve üst bir eksene taşıayacaktır umudundayım. Nasıl felsefi kavramlar canlı hayatın içinde felsefi bir yetkinlikte değilsek karşımıza çıkmazlar, bunun gibi, aradığımız modern sonrasının şiiri, zamanın entellektüel birikimine asgari ölçüde sahip olmadan bulunamaz, bulunanı da anlaşılamaz.
Şiirinin geniş, inişli çıkışlı, hem yatay, özellikle dikey gelişen gelişkinliği ilgimi çekiyor. İlgi uyandırmak konusunu deşer misin?
Şair ömrü boyunca aynı şiiri yazar derler. Doğrudur. Ama bir o kadar da yanlıştır. Edebiyat, yanlışlar ve doğruların birbirinin yerine geçebildiği, ama hâlâ anlamlı olan, başka bir yargılar düzeneğini temsil eder. Ondaki birliği; çoğul, saçaklı, sarmal, senfonik bir bağlamda aramak; tek tek şiirlerin ve kitapların içinde, arasında; deneyimlediğimiz hayatın çeşitliliği kadar inişler çıkışlar, boşluklar, bırakabilmek gereklidir. Bunun ilginç olmaktan çok, duyarlık çokluğunu, genişliğini ve derinliğini aramakla, dil ve anlatımda yenilik cesaretine sahip olmakla ilgisi olmalıdır. Söylediklerimin tersi bir durumu -hep aynı hattı ve geniş olmayan bir ses aralığını sürdüren şairleri- kötülüyor değilim. Mikro klimalar hep olacaktır. Onlarda da makro klimalarda olmayan bir “nüans” zenginliği vardır. Dağınık bir ilgim, eklektik bir dünyam mı var, duyarlık paletim mi zengin, her ikisi de geçerli mi, yoksa bunların hepsi geçersiz mi, biraz da zamanla ortaya çıkacak bu.
1980’li yıları sonunda şiir yazmaya başladığında emekleme dönemini daha o zaman aşmıştın. Kuşağının şairleri arasından şiir kılgısı (pratiği) gelişkin olanlar vardı. Bu arkadaşların bir ikisinden söz eder misin?
Doksanlı yılların başında, Adam Sanat ve Broy’da ilk şiirlerimi yayınlayıncaya kadar bir edebiyat dergisinde şiir yayımlatma yönünde iki girişimim oldu: Biri, Türkiye Yazılarına seksenlerin başında yolladığım yayınlanmayan bir şiir, öteki de, 1986’da askere giderken “Güney Tunç” adıyla Broy’a yolladığım yayınlanan bir şiir. Seksenli yılların sonlarında, posta yoluyla Mehmet Fuat’a yolladığım şiirler yayınlanmaya başladı. Aynı zamanlarda Seyyit Nezir de Broy’da şiirlerimi yayınlamaya başladı. Şiir yayınlamayı sürdürdüm böylece; ara verdiğim dönemler de oldu elbette. Mehmet Fuat, çok önemli bir editördü. Bana, editörlüğü, eleştirmenliğinden daha önemliydi gibi gelir. Edebi kimliğimle bağlantılı edindiğim veya edinebileceğim saygınlıkta onun ve onun yanında yetişmiş biri olan ikinci ve üçüncü kitaplarımı basan Turgay Fişekçi’nin önemli rolü var. Ama editörlerden söz edince, dergileriyle birlikte iki ismi de anmamam haksızlık olur; Yeni Biçem ve onun editörü Ramis Dara ile Edebiyat ve Eleştiri ve onun editörü Ahmet Yıldız’ı. Merkez dışında etkin ve değerli dergilerdi bu iki dergi benim açımdan. İlkinde “Aşk Büyür Ölüm Olur”, ikincisinde de “New York Magazin” adlı şiirlerimin yayınlanmış olması benim için oldukça özel bir değer taşır. Ankara’da oldukça canlı bir edebiyat ortamında geçirdiğim 90-95 yıllarının verimini de içeren ilk kitabım Şehrin Eski Yolcusu, yayımlamaktan hiç pişmanlık duymadığım bir ilk kitaptır. Ardından yazdığım iki kitapla birlikte bir sac ağayı oluşturduğuna inanırım onun. Ya da ardından gelen kitapların dayanağı gibidir o. Ümit Yayıncılık genel yayın yönetmeni Sevgi Özel’in özendirmesi ile zamanında, eni konu telif ödenerek yayımlanabilmiş ve iki bin basılmasına karşın baskısı makul bir zamanda tükenmiştir. Hüseyin Ferhad, Ahmet Erhan, Gökhan Gengizhan, beni mahçup ettiği kadar gururlandıran şekilde desteklemişlerdir o ilk kitabı…
Hep şiir yazdım. Şiir yazmakla değil, şair olmakla ikircikli bir ilişkim oldu ama. Şiirin içinde, şiire karşı bir tutum da geliştirdim hep. Senin karşı lirizm demenin bununla da bir ilgisi olmalıdır. Eğer bir gün kendi şiirimi çözümlemeye girişirsem çıkış noktalarımdan biri bu olabilir belki. Biraz da bu şiiir- şair çatışması yüzünden, şiir dünyasına katılmak bakımından kuşakdaşlarımla aramda önemli sayılacak bir zaman farkı oluştu. Bu, belki yıl sayısı olarak çok değil; ama şiir yayınlatmamın seksen sonrasına sarkması kuşak arkadaşlarımla aramda önemli bir farktır. Örneğin, seksenli yılların sonu gelmeden Ahmet Erhan neredeyse bir klasiktir. Turgay Fişekçi, şimdi yazdığı şiirlerin olgunluğuna yakın şiirler yazıyordur aynı zamanlarda. Mehmet Yaşın ve Neşe Yaşın ses getiren bir şekilde girmişlerdir şiir dünyasına. Akif Kurtuluş, Yalan Şiirler kitabıyla hayranlık uyandırmıştır…Örenkleri uzatabilirim… Öyle ki; eğer, seksen kuşağı dediğimiz kuşağın tanımında, seksen öncesi de yazmış/yayımlamış olmak, olmazsa olmaz bir bileşen olsa, ben yaşım itibariyle seksen kuşağına girsem de şiirim itibariyle bu kuşaktan sayılmayacağım demektir. Ya da en doğrusu, şiirimin bir kuşak hareketi bağlamında değerlendirilmesinin sorunlu olduğudur. Bu kategori dışılığım, ilk kitapla ikinci kitabın arasında geçen 15 yıla bakınca iyice belirginleşir. Bu süre içinde, zaman zaman bazı çevre dergilerinde görünmekle birlikte, ağırlıkla Adan Sanat dergisinde şiir yayınladım.
Sözün burasında, Adnan Satıcı (Hayatta olmayışı çok acı!) ve Eren Aysan’la Ankara’da bir gün bunları konuştuğumuzu hatırladım. Sakarya’da bir birahanede; Adnan seksen kuşağına, Eren doksan kuşağına yerleştirmişti beni. Bana fikrimi sorduklarında, “ikinize de katılıyorum” demiştim! Melez Zamanlar üzerine, Notos ve/veya Gösteri’de yaptığım sözyleşilerde seksen kuşağından olduğumu söylediğimde, Ekşi Sözlükte bir kuşakdaşın hışmına uğramakta gecikmedim; “seksen kuşağındanmış, biz öleceğiz neredeyse…” gibi bir cümle… Hâlâ hayatta olduğunu umalım bu “hayta”nın! Nazik bir dille olmasa da, durumumdaki “garipliğe” o da işaret etmişti bir şekilde…
Bugüne kadar yazdığım şiir açısından 78 -ya da 80- kuşağından olmam önemlidir düşüncesindeyim. En çok ilk iki kitabım açısından. Ama yazacağım şiir açısından artık bu kadar önemli olmayacağını sanıyorum. Neden derseniz, kuşağımın dışına çıktım gibi geliyor; ya da Osman Çutsay’ın ifadesiyle kuşağımın, 98’liler tarafından Gezi Parkı’nda tasfiye edildiğinin farkındayım!
Ferruh Tunç şiiri, pergel gibi. Bir ayağı ülkesinde, öbürüyle dünyayı dolaşıyor. Açılıma katkılar sağlıyor. Özellikle böyle mi olsun istiyorsun? Hayır kendimi hayat karşısındaki konumlandırma farklılığımdan çıkıyor mu diyorsun?
Garip olacak; şiir için yaşamıyorum ben, şair hayatı gibi bir hayat kurma gayretinde olmadım hiç, yaşarken yazıyorum.
Şiir yazmasam yaşamak kolay diyebiliyor musun?(Egemen Berköz öyle söylüyor.)
Bilemiyorum. Egemen Berköz hayatın maddi zorluğundan bahsetmiş olmalıdır. Şiir yazmasam, kuşkum yok hayatım daha çekilmez olurdu.
Yayımlanmamış bir şiir lütfen!
Şiirim üstüne karaladığım bir şey olsun öyleyse, bu yazdan; “Hipotez”i bu söyleşinin anısına sana ithaf ederim.
Teşekkürler.
HİPOTEZ
Kanıtlanmamış;
Çünkü muhtaç değil buna, tezim.
Uçuk sözler söylerim;
Yargılara varır, ardından vageçerim.
Pusulanın göstermediği bir yer var;
Yolum oraya benim.
Bahçeler beller, duvarlar örer, ekmekler pişirirken insan kardeşlerim;
Kalemim arar,
Fırçam boyar,
Mızrabım tarar,
Yontar çekicim.
Arzu kuşunun uçtuğu yer nerede; bilen var mı?
Görünmez kumaş, işlemez iyneyle
İsteklere giysiler diken bir terziyim.
IŞIK KANSU: SÖYLEŞİ
Şair Ferruh Tunç ile aynı kuşaktanız. Coşkun umut kımıltılarını, serdengeçti isyancılığı, hıncahınç seslenmeyi paylaşmıştır o kuşak. Kırılmış aynalara benzer düş kırıklıklarını, gönül üzünçlerini ve uğursuz cebelleşmeleri de.
En paydaş yanıysa, beklediği günden hiç vazgeçmemektir. Yurdunda ve dünyada kardeşçe bir düzen istencinde, direncinde kararlıdır.
Ferruh Tunç ile, iki kuşaktaş, bugünü ve geleceği konuştuk Cumhuriyet okurları için:
Yeni bir fay kırılması
1968 ve ardılı kuşağın beklediği, istediği, önerdiği dünyaya kavuşabilecek miyiz?
68 idealleri tümüyle yürürlüktedir. Ama bizi oyalayan bir 68 nostaljisi yürürlükten kalkmıştır. 68 ideallerinin neoliberal küreselcilik iyimserliğine dönüştürülerek sunulması ise, açık bir kanuna karşı hiledir! 68 kuşağı ve ardılı olan -benim dahil olduğum- 78 kuşağı; kırımdan kurtulabilmiş, tuzaktan çıkabilmiş olan oldukça sınırlı gen ve gelenek taşıyıcıları dışında, artık tarih yapıcı olarak canlılığını yitirmiştir düşüncesindeyim. Buna karşın, bize göre daha az kuramla fakat daha çok yaşamla ilgili, bizim kadar şairane olmasa da sezgi ve duyguya yaşamlarında çok büyük bir yer açan, ideolojik kalıplara kolayca sığmayan, seçimlerinde esnek davranabilen, temel insani hak ve değerlerin yaşama geçirilmesi için eyleme geçebilme cesaretine sahip, bu sırada yaşam alanlarında somut kazanımlar edinebilmiş olmayı önemseyen, ülkede ve dünyada bir iklim değişikliği yaratacak potansiyelde yeni kuşakların olgunlaşmakta olduğunu seziyorum. Bu yeni bir fay kırığının çatlaklarının bazıları belki bazı açılardan bize göre daha geriden ve bizi tekrar ediyor olacak ama yenileri, hızlıları, büyükleri de olacak. Bu nedenle, kendi ömrümüzle sınırlı olmadan, onların ömrüyle de sınırlı olmadan, 68 ve ardılı kuşağın trajik haklılığının izi yaşamsal bir gerçeğe dönüşmek üzere sürülecek inancındayım. Onların ideallerindeki dünyaya, onların tasarladığı biçemle olmasa da öz olarak kavuşulacağına güçlü bir şekilde inanıyorum.
Neo-liberal küreselleşme kaosa sürükleyecek
Bize dayatılan resmî ideoloji küreselleşme tek çare mi? Başka bir seçeneğimiz
yok mu?
Küreselleşme, kapitalizmin kendi bunalımlarına yeni ‘çareler’, ‘çözümler’ üretebilme dizisinin sonuncusunun adı. 70’li yıllarda Bretton Woods düzeninin sona ermesinden başlayıp, iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile doruğuna ulaşan, fakat çok geçmeden 2008 Lehman krizi ile yeniden bir soruna dönüştüğü apaçık ortaya çıkan ve son on yılda kendini içinde bulduğu sorunlar denizinde sörf yapan bir konjonktürün adı bu. Bugün, seçeneğimizin ne olduğundan daha çok ne olmadığı oldukça açık: Neo- liberal küreselleşme! Kapitalist sistem bu konjonktürde de ya şapkadan yeni bir tavşan çıkaracak, ya dünyayı sonucu kestirilemeyen bir kaosa sürükleyecek ya da dünyada daha iyimser olabileceğimiz yeni bir dengelenmeye doğru ilerleyeceğiz. Bu sırada, şapkadan çıkması muhtemel tavşana oldukça dikkat etmeli, sosyalist sistemin çöküşünün düş kırıklığı ile küreselleşme karşısında yaşadığımız illüzyonun benzerini bir daha yaşamamalıyız.
68’lilerin idealleri hâlâ geçerli
Hatırlayalım: neo-liberal globalizm, kendi alternatiflerini de deforme eden, onları ileri ya da karşı hamleden alıkoyup savunmaya sıkıştıran, kurucu dil yerine savunmacı dile ve konuma hapseden ve daha da ileri giderek karşıtının dilini ve kavrayışını ele geçirerek kendisine mal edebilen, eski muhaliflerinden yaygın bir akıncı devşirebilen bir sistemdi. Dolayısıyla, 68’lilerin hâlâ geçerli olan ideallerinin özü; bizi çok kutuplu, daha dengeli bir dünyayı ve bütün iç çelişkilerine karşın (onları emperyal manipülasyonlara prim vermeden çözme gayretine ve mücadelesine sıkı sıkıya bağlı kalarak) ulusal devletleri savunmaya çağırıyor. Çevre ülkelerde hayat bulan yetersizlikler ve adaletsizliklerin kendileri kadar emperyal merkezlerle de ilgili olduğunu hatırda tutmalıyız. Bunları çevre ülkelerin iflah olmaz tarihsel kültürel özelliklerine bağlayarak onları tu kaka ederken, asıl büyük ve küresel sistemi temize çıkarmamalıyız. Hele, “küçük iktidarımın düşmanı olduğuna göre büyük iktidar dostumdur” tuzaklarına düşmemeliyiz.
Hayal kurma yetisi kaybedildi Şiire açılan kapıdan girsek gelecek ne gösteriyor bize? Siyasal dünyamızın içinde bulunduğu olumsuzluğu; sanatsal sezgisini, hayal kurma yetisini kaybetmiş olmasında görüyorum. Oysa, -mistik ve Tanrısal yanları bir kenarda bırakarak- sanatla eğitilmiş sezgimizi politik eylemimize katmalı, onu kullanmalı ve reel siyasetin göremediği ayrıntıları hayallerimizle doldurmalıyız. Tıpkı, bir resmin bütün unsurlarını ortaya çıkaramadan önce, bu resmi büyük ölçüde zihnimizde tasarladığımız gibi… Çünkü, bir hayal, yalnızca düşünceden daha hızlı değil, aynı zamanda daha kesin ve daha ikna edicidir. Hayalin ebesi olmadığı düşünce; ne düşünen ne de seslendiği için yeterli bir ifade gücüne sahiptir. Aksine böyle bir düşünce, çoğunlukla, dile getirilmek istenen şeylerin yaklaşık ve yetersiz bir anlatımı kertesinde kalır. Bugün gerçek şiirin her türlü alışverişin dışında kalmış paha biçilemez değeri, sanatsal sezgimizi yeniden kazanmamızın ve hayal kurma yetimizi canlandırmamızın biricik dayanağıdır. |